28 Ekim 2010 Perşembe

30 yaş mevzusu

''Bugünleri de görecekmişim'' dedirten bir hadise. ''30 oldun oğlum şimdi ne yapacaksın ?'' gibi sorularla başımı yastığa koyacağım bu gece. Bu sayılara takılmak gariptir. 2000 e girerken de böyle garip bir hal vardı ortalıkta. İnsanlar her şeyin değişeceğine dair bir havaya girdi. 01.01.2000 oldu öğlene kadar uyuyan, baş ağrısı olan bünyelerde 90'larda ki mide bulantıları devam ediyordu. Yine aynı rakı onları sarhoş etmiş bir çoğu 2000'e nasıl girdiğini bile hatırlamıyordu . Oysa ben  2000'e çok aklı başında girerken yirmili hanelerle ifade edeceğim yaşımı çok genç bulurdum. Şimdi de yaşlanmış değilim ama bu yazdıklarım bende 30 yaş etkisine maruz kalmış olduğuma dair işaretler veriyor. 

İyi kötü birçok hikaye var bu süreçte. Herkesin hikayesinde olan şeyler işte, ölümler, doğumlar, gelenler, gidenler. Her yaşına ve her anına katılanlar ve unutulup gidenler. İyimser bir yaklaşımla söyleyecek olursam büyük başarılar küçük hayal kırıklıkları vardır bizde de . Bugüne kadar düşe kalka gelmiş bünye ne bu kadar uzayacağını ne de bu kadar koşturacağını hesap etmemiştir. Eskiden kendinden daha büyük olduğunu düşündüğü insanlar için ''ya bu adam otuz yaşında yaptığı harekete bak ya'' gibi tepkiler verirken, kendinin de o günlere geleceğini hiç hesap etmedin değil mi ?Evet sıra sende!!

''Artık öyle harala gürele dağıtma, sağa sola saldırma, üstüne başına dikkat et!  30 oldun oğlum sen ! Bul birini evlen, çoluk çocuğa karış'' diyecekler, zaten diyorlardı.'' Bir toplu konut satış ofisine git, 2+1 tünel kalıp sistemi ile inşa edilmiş bir daireye gir 10-15 yıllık taksitlere böl. Nişan, nikah, düğün etkinliklerine olmayan paralarını çarçur et. Vardır yapacak bir şeyler sen bulursun.''  Şekil ve durumlarla kafayı yormaya gerek yok tabi. Dün neyse bugün de o. Değişen bir şey yok olmadı zaten.

Sayılarla kafayı bozmaktır bunun devamı. 30-35 derken bu 60 kadar gider eğer varsa ömür.20 de değişmeyen 30 da hiç değişmez, yolun sonu belli değil. Güzelliği de burada, gittiği yere kadar...

10'da neyse, 20'de neyse 30 yaşımda da böyle bir şekilde gidilir. Yaş 30'dur hadise budur.


24 Ekim 2010 Pazar

Rijkaard'ın suçu ne ?


Yıllar sonra Kadıköyden gelen 1 puan. Önemi, şimdilik sadece bu. Aylar sonra oturup onurlu bir mücadele sergileyen Galatasaraylılar görüldü sahada. Hagi'yi severiz Tugay da öyle ama Rijkaard da sevildi burada, sadece taraftarın sevgisiydi bu, aklı başında adamların son yılların en iyi transfer diye düşündüğü büyük isimdi. Bugün sahada olan futbolculardan Cana ve Pino haricindeki adamlar Rijkaard'ın geçen yıldan beri sahaya sürdüğü adamlardı. Üstelik Kewell ,Arda ve Baros yoktu. Ankaragücü Bursaspordan beş gol yedi bu hafta. Bugün Fenerbahçeyi eliden kaçıran Galatasaray a 4 atan Ankaragücü. İlgniçtir, bugün kadıköyde Aslan kesilen futbolcular bu akşam ne yaparlar bilemiyorum. Şimdi hala bu soru geliyor aklıma Rijkaard 'ın suçu ne ? Oynattığı oyun ve sahaya sürdüğü oyuncu dizilişleri farklı olabilir. Yine parçalı formanın hakkı Ankaragücünden 4 yemek değil. Futbolcular bu soruyu kendilerine sormalı. Bugünün futbolunda dünya sıralamasında teknik direktörleri sıralasanız Hagi ile Rijkaard hangi sıralarda olurlar. Futbolculara 2009 Mayısında Rijkaard mı Hagi mi diye sorsalar sizce kimi isterlerdi ? Yarın Hagi den sıkılırlarsa Kasımpaşadan da 4 yiyecekler mi ? Galatasarayda alışık olmadığımız entrikalar bunlar. Kimse bugün oynayan futbolcuların masumiyetinden bahsedemez. Kan değişimi ya da başka bir hava yakalanmış değil. Galatasaray da Rijkaard gitsin diye görevini suistimal eden adamlar var. Bugün bu işi anlamak istemezsek Rijkaard tazminatı alır gider bu işi unutur, peki bu boktan maçları seyretmek için yaptığımız masrafları ve hayal kırıklıklarımızı bize kim geri verecek ?

21 Ekim 2010 Perşembe

(T)araf

Bir kavgadır gider. Ekmek kavgasıdır adı. Karnını doyuracak ekmeği kazanmanın yoludur. Yol uzundur, şartlar çetin. Kendi patronun da olsan, emeğini kiralayan da olsan kavga edersin. En başında da kendinle kavga edersin. Mutlaka seçmen gereken yolların olacaktır önünde. Seçim yapmakta zorlandığın zamanlar da olacaktır. Baskı ve etkiler tepkilerini zorlayacak ve  ileride ise kaçınılmaz olan, eninde sonunda mutlu olamayacağın taraf olacaksındır.

Hobiler arasında çemişgezekspor taraftarlığı, fobiler arasında da çalışma hayatındaki taraftarlığı görürüm ve ben çemişgezek taraftarı olmayı yeğlerim. Öğrencilik zamanlarında aylak geçirip tembellik yaptığım yıllardı, büyüklerimin nasihatleri arasında ise eksik bir şeyler vardı. Ekmek kavgasından bahsedilmişti bana ve biliyordum çalışmak zorunda olduğumu. Fakat, çatışmak zorunda da olduğumu çok sonraları öğrendim.

Aslında uzun bir süredir çalışma hayatının içinde olmama rağmen zamanımı çatışmalardan ve entrikalardan uzak geçirdim. Dönem dönem filmlerdeki kasvetli ortamları yaşamışlığım olmasına rağmen çoğunlukla güzel günleri hatırlarım, çünkü güzel günlerdi. Çalışma hayatımdaki ilk büyük tokadı yediğim zamanlara askerlik sebebi ile kısa dönem bir ara vermiş, yeşillerin içinde bile ne kavgalara ne çirkefliklere şahit olmuştum. Şaşırmıştım, insan insana neden zulmeder?

Alacaklarımın kaderini, yüce adaletin konuya hakim olmak istemeyen hakimlerine bırakmış, 5 ay 5 günlüğüne kendimi de Manisaya bırakmıştım. 2009 Mayısında kısa dönem diye küçümsedikleri, ama hayatımın içindeki en derin ve uzun boşluğu oluşturan safhaları da geçtikten sonra tekrar ekmek kavgasına dönmeli ve istemediğim stratejilere el atmalıydım. Eski patronum için hiç birşey ifade etmediği halde, benim için büyük sermaye olan alacaklarım onun bunun vicdanına kaldığından, ben kendi vicdan muhasebemi tamamlayıp yeşillerden uzak beton griliğine yol aldım.

Ülkenin bulunduğu istihdam sorunlarının içinde, teğet geçen krizin batırdığı adamlardan biri olarak sivil hayata doğrudan katılım gerçekleştirirken, kafamın bulanık olduğunu biliyordum. Şirketin temizlik görevlisinin paspası ile ıslattığı yerlere basmadan geçmek, verilen her işi doğrudan yerine getirmek ve her talebi emir tadında algılama alışkanlığımı kırmakta zorlanıyordum. Kısa dönem yaşadığım emir komuta zinciri, meğer sivil hayatta kırılması en zor şeymiş.Ayrıca şu eğri oturup  doğru konuşma işini fazla abartmış olabilirim.

Bugüne kadar kazandığım ve üstüme yapışmış olan dürüslük esintileri, artık bana zarar veriyor. İşin gerçeği,  dürüstlük artık para etmiyor. Eğer  para yoksa, dürüstlük karın doyurmuyor. Hatta dürüstlük herkesi kendin gibi görme alışkanlığı ile beraber, sanki seni çıplak gösteren bir elbiseye benziyor. Astlar ve üstler arasındaki gerilim de dürüstlüğü kemiriyor. Dolaylı olarak da olsa alışkanlıklarını kenara bırakıp kılıcı kuşanmak gerekiyor. Çünkü hiçbir tarafa katılmak istemesen dahi, aslında o birilerinin çatıştığı kavgaya karşı olarak da onların hiç ettiği bir taraf oluyorsun. Amaç kavgadan uzak durmak olduğu halde sana da şarapnel parçaları isabet edebiliyor. Doğrudan olmasa da, dolaylı olarak bir taraf olunuyor. Her ne kadar kavganın amacında kazanmak varsa da kaybedilenlerin hesabı yapılmıyor.

Hırs, kuvvet para ile coşuyor, coştukça yakıp yıkıyor. Ne dostlukları ne arkadaşlıkları bitiriyor bu rüzgar. Sonunda kazanılsa da para, keybedilenler gözüküyor perdeyi araladığında. Savaşçı ruh herkesin içinde yoktur. Sulh kimi insanların hayat felsefesidir ve kavgaya dahil edilse de aklında sulh varken vuramaz o kimseye. Basılan damar onun olsa da, hayal kırıklığı içinde nefes alabilir, ölmemiştir. Bazen bırakıp gitmek de gerekir. Yanlış zamanda yanlış yerde olmamak gerekir.

İnsan kabuslarında kendini yırtar sesini duyurmak için, ne kadar uğraşsa da duyuramaz, kabusun bitmesi beklenir.

Belki de kabus bitmiştir, kim bilir ?

9 Ekim 2010 Cumartesi

Almanya 3 Türkiye 0

Almanya sizi kendi evinde 3-0 yenebilir ve buna kimse itiraz edemez. Futbolda eskisi gibi büyük farklılıklar olmamasına rağmen dün akşam ki Almanya güçlü bir takım olduğunu gösterdi. Attıkları gole kadar topu istedikleri gibi dolaştırdılar. İstedikleri zaman geldiler. Biz bunu engellemek için hamle yapmadığımızdan da sonuç diğer devrede de arttı ve net bir mağlubiyet aldık.

Şanssızlıklarımız da oldu Aurelio ve maçtan günler öncesinde Arda gibi. 2008 de bundan daha da eksilmiş cezalı ve sakat oyuncular yüzünden taşlarıyla oynanmış bir Türkiye yarı finalde Almanya ya kafa tutmuştu veya elinden kaçırmıştı diyebiliriz. Almanya için o dönem bu dönem farkından bahsetmek yersiz gibi. Çünkü öyle bir halleri var ki kim oynarsa oynasın karşımızda futbolun gerektirdiği ne varsa sahaya koyan bir takım görüyoruz ve tabi ki imreniyoruz.

Maç sonunda yapılan röportajlarda yer alan yorumlar ilginç, Milli Takımın istikrar beklentisinden ziyade maç kazanma şeklini , havaya girmek lazım,  böyle olmaz, rakip öyle inanılmaz değil, biz havamızda değildik, gibi garip söylemlere sahne oldu. Oysa sorun öyle tılsım falan değil. Her turnuva öncesi yakalanma ihtimali olan bir havayı bekleyeceksek, milyon dolarlarla dünya çapında hoca aramayalım Yılmaz Vural bunu bedava yapar.

Çifte vatandaşlığa sahip oyuncular vardı sahada.Takımlar ve tribünler de karmaşıktı. Hemen hemen hiç çirkinleşmeyen düzgün bir maç oldu. Futbol adına bir maç nasıl kazanılır ? ve nasıl kaybedilir ?diye anlatılabilecek tertemiz bir maç. Kaybedilen büyük bir hesap değil. Burada Almanya yı yenersiniz yenmezsiniz bilinmez. Zaten rakip de Almanya değil bunu gördük. Fakat teknik heyetin oyuncu seçimlerine bakılırsa bu Milli Takım 90 ların sonunda ve 2000 lerin başında izlediğimiz takımlardan çok daha kısıtlı görünüyor.

Geçtiğimiz yaz finalde kaybedilen Basketbol Şampiyonasında görülen arıza mevcut sanki. Kendi takımlarında oynamayan, maç eksiği olan adamların kadroda olması. Birçoğu formsuz ve moralsiz. Sakatlıklar da üstüne gelince böyle etkisiz bir görünüm kaçınılmaz. Bir müessese takımı değil ki ekonomik ya da kişisel sorunlar olsun. Özellikle bizim takımımızın bir havaya ihtiyacı yok. Zaten yıllardan beri bu maçları Haçlı Zihniyetine karşı bir savunma etkisiyle  güdülenerek oynarız. Bu nedenle müttefik bizi yenmiş çok da mesele etmeye gerek yok.

Burada oynanacak Almanya ve diğer tüm maçları kazabileceğimize inanırız zaten. Tek sorun bu inanç ile rakipleri küçümsemek. Bu maç onları silkeler ve toparlar. Bu takım 2012 ye gider, biz de Hiddink in cüzdanıyla uğraşmayız inşallah.

4 Ekim 2010 Pazartesi

2 Kabus, 1 Dost QS

20:49 sularında yaşanan yer sarsıntısının bünyede ortaya çıkardığı tedirginlik çok uzun sürmedi sandım, hayat normale dönmüş gibiydi. Bir kaç ''depremi duydunuz mu '' sorusunu içeren telefonun ardından pazartesi sendromu içerikli akışa devam ediyordum. Pazar gecesi olmasından dolayı vakit kaybetmeden uyku moduna geçmiştim.

Nadiren rüya görürüm ya da hatırlamam. Genelde de unuturum uyanırken, ama bu sefer ki polisiye bir filmi andırıyordu. ''Gecenin bir vakti uyanmışım son üç aydır hayatıma giren küçük dostumu perdenin arkasından  kontrol etmek istemiştim. Her zaman ''nasıl olsa oradadır ya '' cinsinden araladığım perdenin ardında bu sefer göremedim onu. Bir korku saldı içimi, hemen pencereyi açıp sokağın tamamını kontrol ettim. Dostum yerinde yoktu. Fakat dışarıda da sükunet yoktu. Havada uçuşam mermiler vardı. Çatışma vardı sanki güneydoğuda bir sınır karakoluna ateş açılması gibi bir hal ya da çocukluğumun canlı yayınlanan kabusu ''körfez savaşı'' gibiydi. Tedirginliğim daha da arttı ama bu dostumu aramaya çıkmama engel olmadı. Dışarı çıktım sokaktaki bomba çukurları ilkten bir şantiye edasındaydı, malum inşaat şirketinde çalışınca toprak çukurlu göründüğünden, hafriyat var sandım. Mermiler tekrar uçuşmaya başlayınca bir savaş olduğundan emin oldum. Bu arada yokuşun sonundaki çukurda dostumu görür gibi oldum. Yanına gidip baktığımda ondan daha ufak fakat aynı renkte bir akülü araba gördüm. Bütün sokakları dolaştım yine de. Dostum ortalarda yoktu. Çaresiz evin yolunu tuttum. Çaıtşma uzaktan görülüyordu. Evde beklerken gelen bir haberle umutlandım. Karşı komşumuz bir  polis memuruydu, dostumun yerini bulmuş, ama bana getirmemişti. Ekip kurduk  yanımda yakın dostlarım vardı. Uzi, yıllar önceki şahin dizisinde olduğu gibi siyah motorundan çıkan egzoz sesiyle pis bir arka mahalleye daldı. Çünkü kordinatlar doğruydu, navigasyon pis çıkmazları bile gösteriyordu.  Diğer taraftan Seljuh geldi gümüş renkli lpgli hondayı simsiyah gördüm gecenin karanlığında. Silah yoktu, kavga yoktu arabayı aldık. Haifif kirletilmiş gibiydi. Hani tecavüze uğrayan kadının saçı başı hafif  dağınık olur ya filmlerde,  benim dost da biraz öyle dağılmıştı sanki. Ama önemli değildi. Sonra kebapçıya hep beraber gidip lahmacun arasında adana söyleyip sı.ana kadar yedik.' Tam hesabı ödüyordum bir baktım dost park ettiğim yerinde yine yok  Şaka şaka önüne kamyon park edince görememişim.'' 

Sabah kalktım ve hemen perdeyi araladım baktım ki bir kabusmuş, dost beni hiç terk etmemiş. Son 10 gündür evde yalnızım, bir gecede iki kabus yormuş beni mesai başladı ama ağrılarım var.

Bazen sahip olduklarınızı cansız bir varlıktan ibaret diye önemsememek gibi hislere kapılırız, ama onları kaybettiğinizde bize ne kadar bağlı olduklarını anlıyoruz ve biliyoruz artık ayrılması zor bir parçamız olduklarını.   

29 Eylül 2010 Çarşamba

Öyle bir giderim ki; kaybedeceğim hiçbir şey olmaz!

Öyle bir giderim ki; kaybedeceğim hiçbir şey olmaz!


‎__

Ben yaşadıklarımın hiçbirini unutmam.

Ama evet! Yeri gelir susarım.

Canımı çok... yakan şeyler olur ama yinede susarım, tükenirim.

Buna izin de veririm aslında. Salaklığımdan mı? Hayır!

Ben kimseye ''GİT'' de demem, diyemem.

O kişi vazgeçilmez olduğundan mı? Hayır.

Ona o kadar şeye rağmen, o kadar değer veririm ki, Hergün yaptıklarına utansın diye.

Ama bir gün öyle bir giderim ki;

Kaybedeceğim hiçbir şey olmaz!



___SUNAY AKIN

15 Eylül 2010 Çarşamba

Serzeniş

Hayatın içinde en anlamsız mevzulardandır. Neden serzenişte olursun ? Birileri senin istediğin gibi olmamıştır. Bu duruma karşılık serzenişte bulunabilirsin. Serzeniş kötüdür. Çünkü karşındakine seni anlaması için bir fırsat değil sana bir kere daha vurması için güç verir. 

Beklemediğin ya da tahminlerinin arasında son sıralara koyduğun, lakin büyük bir şamar olarak suratının ortasına çarpan sana yapılan sözde yanlış veya kusurlu hareketler yaşanır zamanla. Bunlara karşılık durdun aklı selim bir cevap vermek istedin ve bir bakmışsın ki kendini serzeniş anlarında bulmuşsundur.  

İnsan önemsediği insanlara bağıra bağıra anlatamazsa kendini, anlatamayacaksa hiçbir zaman, böyle davranır. Kırmak istemediği karşısındaki kişiyi hala düşünmektedir. Halbuki kendi çoktan kırılmıştır başkaları tarafından önemsenmeden. Şimdi elde ne vardır koca bir serzeniş hazırlığı. Ne kendi dediği olmuş, ne de mutlu mesut olmuştur. Ama diğerleri normal hayatına devam eder. Oysa serzenişte kalan nelere katlanmış, neleri taşımış zihninde, neleri yoğurmuştur yüreğinde. 

Zurnanın zırt dediği yerdir. Kimse bilmez kimin ne cefalara katlandığını. Kimse bilmez konuşmadan, görmeden ve yaşamadan. Madem iyisin kızamam bağıramam diyorsun. O zaman serzenişlerini cebine koy git. Bu davranışın kazandığı görülmemiştir yeryüzünde. Tepkin serzeniş ise at kendini köprüden. Hiç bir zaman anlaşılmayacak hiçbir zaman inanılmayan olacaksın. 

Serzeniş durumlarına yaklaşmamak için hatayı yerinde görecek ve itirazını anında yapacaksın. Anlık yapacağın uyarılar beraberinde kavga ve küskünlük de getirse, işin sonunda senin kendi fikrin olur varılan nokta. İşin sonunda, yılgın ifadelerle serzenişte bulunmak yerine,  doğruyu ve kendi doğrularını yaşar, pişman ve üzgün olmazsın, ve umarım bir daha serzenişte bulunmazsın.

9 Eylül 2010 Perşembe

Hayırlı Bayramlar

Bu hayır o hayır değil zinhar, sakının bu yazıyı okurken siyasi gelişmelerden.
Önceden her kime hayırlı bayramlar desem ardından aklıma gelen soru şuydu '' hayırsız  bayram mı olur ? ''  hayırsız olmasa da kötü giden gelişmelerin iç içe olduğu bayramlardan birini yaşama ihtimalinin olduğunu an itibariyle  öğrenmiş bulunmaktayım.

Bazen işler ters gider, mesele kolonyanın tükenmiş olması ya da çikolataların bitter ağırlıkta olması değil. Bayram gününde büyük umutlarla ard arda kapıya dayanan minik bünyeli para-şeker  mangalarından  da bahsetmiyorum. Dediğim gibi bazen işler yolunda gitmeyebilir. Kişisel bazı gerilimlerin  çevre beyinleri darlaması sözkonusudur  

Bayram, adı üstünde insanların sevdikleriyle bir araya gelip din kültürünün içinde de varolan birlik ve beraberliğine insanlık saflarında yer açan büyük müjde. Bu gibi günlerin önemini ve anlamını kanıksamaktan yaşamaktan daha kolay ve keyifli ne vardır ?

Fakat bu alanda zorlananlar da vardır. Ömür denilen kısa hikayelerimiz var her birimizin ve bu hikayelerin kesiştiği yerlerde sarılırız birbirimize. Bazen sarılırken fazla mı sıkarız ya da çok mu uzak dururuz bilinmez. Lakin bilinen bir şey vardır. Kızdığımız ve öfke kustuğumuz, ve bazen en kanlı saldırıları planladığımız hikayelerin yer aldığı bu ömür hiç de uzun sürmemektedir.

Kaybedildiğinde anlaşılan değerlerin kurtarılabilme imkanının elimizde olduğu o anlar karşı tarafı  tağrumar etmekte çekinmeyiz. Bunların da ötesinde içinde yaşadığımız bu hikayeler belki hiç okunmayacak olsa da bir yerlerde yazılmakta olduğunu biliriz. Filmlerde gerçekleşen hikayelerin kendi hayatımızda gerçekleştiğini kabullenmek istemeyiz. Bu kadar kötü ya da bu kadar keriz olamayız deriz, lakin olmuşuzdur. Hatta genelde iş işten geçmiştir de.

Her çeşit insanın iç içe yaşadığı bu hayatın adaletini sağlamak bize düşmez, iyi ezilirken, kötü ezerken topu topu üç gün sonra bitecek bu hikayelerdeki kokuşmuş azgınlık bitirilemez.  Zaten bitirilse iyi ve kötü seçilemez. Şimdi sorarsan kimse de kendini iyi olmayanlardan bilmez. 

Eğer herkes iyiliğinden emin olduğunu düşünüyorsa, binbir çeşit tatsızlığı ortaya çıkarabilenler, nerededir bu kötüler ?

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Şeytan Uçurtması

Dantel ipliği, harita metod defterinin ortasından alınan bir çift yaprak, serin bir teras ve uçurtmayı yapabilen bir anne lazımdı, bunların hepsi bende vardı. 

Çok eski yazların izleri, gündüz evde oyunlar oynayıp akşamüstü işten gelecek aile fertleri  beklenirken yapılan  hazzı tarif edilemeyen eylem. 

O cılız ve çirkin görüntüsüne rağmen gökyüzünde süzülmesi boyundan büyük işler yaptığının ispatıydı. 

Hafiften esen rüzgarın yarenliğinde çirkin ama kaybetmekten korktuğum şeytan ve  yumağı sıkı sıkı tutan küçük eller. 

Ne geçmişten haberi var ne de gelecekten.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

İçimden bir ses-II

şaka bir yana, gerçek diğer yana,
ortadaki ben bir yol seçmeli,
ya beklemeye devam, ya da hareket vakti...

Yazılacak bir şey vardır.

Hayatta olma şansı her sabah uyandığında günaydın der bize eğer duyabiliyorsak. Daha yüzünü yıkarken unutursun aslında yolun her an  bitebileceğini. Gün içindeki düz koşuların muhasebesi  günlüklerin son durağı olan yataklarda yapılır. Peki yazacak bir şey var mıdır? 

Uykuya daldığın her günü yazmalı aslında. Bir gün geri döndüğünde hiçbir şey yapmadığın gün bile mutlu olduğun anlardandır diye bilesin. Bazen yıllar önce hevesle başlayıp bir zaman sonra bıraktığım günlükler elime geçiyor. En güzel ya da en sıkıntılı günlerimi yeniden hatırlıyorum. Yazmadığım zamanlardan neleri unuttuğumu ise hiç bilmiyorum. Böyle hallerde o eski arkadaşları ya da dönemin popüler bir filmini ya da müziğini bekliyorum ki, bana bir şeyleri hatırlatsın. Bu durum beni sıkmaya başladı artık. Çünkü o yazmadığım zamanlarda hafızama güvenirdim. Şu yıl şurada tatildeydim. Bazende şu şirkette falanca işi yapıyordum. Bilmem kim ile şuraya takılırdık gibi şeyler ama çok uzak geliyor şimdi. Tipik yaşlanıyor muyum sorgulamaları işte. 

Şimdilerde kendini göstermeye başladı. Zaman hızlı akıyor ve tüketimler artıyor. Neleri ıskaladım diye oturup düşününce listenin kabarık olmasından korkuyorum. Eskiden mahalle bakkalının önünde çekirdek çitleyip gazoz içerken yaptığım kariyer planlamasında bazı sapmalar var kabul ediyorum. Lakin hikaye aşağı yukarı tuttu diyebilirim. 

Eskiden çok dikkat çekmeyen fakat şu aralar beni rahatsız eden boşluklar var gibi. Dinlenmem lazım bahanesi ile abartıyorum gibi geliyor. Bugünkü gibi  yapacak bir şeyin aranmadığı, ve içinde sıkıldığım günler oluyor. Kendi kendime soruyorum, ama ben kendime soru sorsam, bu halde olur muydum  diye düşünüyorum. Bunca soruları kendime sorduğum bugün, aslında ben hiç bir iş yapmadım. 

Görüntüde yapılmış bir şey  ama bugünün tarihinde kayıtlı bir yazı var artık.

6 Ağustos 2010 Cuma

İçimden bir ses

İnsan konuştuğu her şeyi  yaptığını zanneder, oysa insan sadece yapamadıklarından bahseder. 

1 Ağustos 2010 Pazar

Yeniden Harry Kewell


Yaşadığı sakatlıklar yüzünden 2 yıldır takımda bulunmasına rağmen izlediğimiz sayılı maçlarda sevdirdi kendisini. Bu takıma ondan çok daha fazla katkı sağlamış olan birçok yerli futbolcu var elbet. Yani bizim ona gösterdiğimiz sevgiyi kıskananlar olacaktır. Örneğin ilk transfer olduğu gün tesislere gelişini izlerken garip görüntüler vardı. Kendisinden sadece 2 yaş büyük olan Ümit Karan ve Hasan Şaş' ın Adanalı yaklaşımları dikkatimi çekmişti. Tabi normaldi de onlar Galatasaray da büyük işler yapmıştı. Fakat takımdan ayrıldıkları zamanları ve ayrılış sebeplerini de unutmadık. 

Harry Kewell geçen sezon ki maçların yarısında bile oynayamamış, tamamında oynayan birçok adamdan da daha fazla katkı sağlamıştı. Yani bu sezon da ne kadar maç çıkaracağını bilmesek de yeni anlaşmanın gerçekleşmesi ve akabinde Belgrad maçında Galatasaray formasını numarası değişmiş olsa da giymesi tribünlere yeni transfer etkisi yarattı demek yanlış olmaz. 

Bu yüzden stada erken girmek istemiştim. Tribünlerde alışkanlık haline gelen maç öncesi futbolcuları çağırıp yumruk şov yaptırma hadisesinde Kewell bütün tribünler tarafında davet edildi. Davete karşılık verirken de bu takımı ve taraftarını nasıl sevdiğini gösterdi. Futbol izlemeyen  adama Harry Kewell sevgisi garip gelebilir. Hatta biz yukarıda adı geçen efsaneleri de çok sevdik ve saydık. Fakat onlar her nedense yıprandılar, bu sevgi ile ezildiler. Öyle olmasaydı perşembe günü onlar da aramızda olacaklardı. 

Transfer sürecinin devam etmesi yüzünden daha kimler kalacak kimler gidecek bilinmez. Lakin Harry de olmasaydı karamsar bir tablo çizmek hiç zor olmayacaktı. Yine de ilk resmi maçta pek ışık olmasa da, bu kavurucu sıcaklarda yapılan yorumlarda Sergen Yalçın sertliği de olmamalı. 

Ayrıca futbol endüstrisinin alışılagelmiş forma çeşitlemelerinde ki renk seçenekleri de Galatasaray da hep bir karmaşık. Herhalde futbolcular da alışamadı renklere. Tribünlere çağrılan Arda, ve Harry formadaki amblemi öperken aklıma böyle bir şey geldi. 

Not: Davet edildiğinde ve tribünle bütünleştikten sonra defalarca öptüğü formanın hakkını yıllardır veren, çalıştığı dokuz teknik adamın da hemen hemen değişmez oyuncusu olan, hatalarıyla kaybettirdiği bir şeyler olsa da yine takımda olan Ayhan Akman. İlk geldiği sezon pek sevilmediğinden herkes şaşırmıştı. Ama aradan geçen 9 sezondan sonra şaşırma sebebimizi değiştirdi. 

30 Temmuz 2010 Cuma

Galatasaray 2 - OFK Belgrad 2

2010-2011 sezonunun ilk resmi maçı için Eski açıkta yerimizi aldık. Erken gittik, yenileri de görelim yumruk şovların tadına varalım dedik. Eski açık biraz başı boş kalmış, tatilde olabilirler. Ultraslan kapalıdaki yere geçmiş olsa da pek tat vermedi. 

Futbolu konuşmaya gerek yok, bir Arda Turan geçti önümüzden. Golünü attıktan sonra ben buradayım dedi. Umarım maçtan sonra diğer arkadaşlarına da sahada  olmaları gerektiğini iletir. Henüz erken belki ama tribünde hissedileni sahada görmek ister taraftar. 

Bir de protesto vardı yönetime, içinde ne olup bittiğini taraftar konumunda hiçbir zaman  bilemeyeceğimiz olaylardan biri, Haldun Üstünel'in gidişi pankartla gündeme getirildi. 

27 Temmuz 2010 Salı

Benim ne işim var burada ? (İzmit-Yuvacık-Serindere)

Keyfine düşkün  herhangi bir insanın (mesela ben) zorluk içerikli  ve yorgunluk hissiyatı neticesinde isyan edebileceği anlardan biriydi.  Her pazar öğlene kadar uyuyabilen bünyenin günün erken saatlerinde evinden çıkıp, kendini dağlara taşlara vurması, düşük ihtimalde bir eylemdi. Her an vazgeçebilme ihtimalim vardı. Fakat hayattan keyif almayı sadece bir yaylı yatağa bağlamanın saçma olduğunun da farkındaydım.Zorla edilen bilmemneden hayır gelmez fikriyatı, beni bugüne kadar bu tarz etkinlikerden uzak tutmayı başarmıştı. Beklenen olmadı profilde gezinin fotoğraflarını görenler photoshop oyunu sanmasın sakın oradaydım.

Sabah evden çıkış, yeni arkadaşlarla toplanıp harekete geçilerek akıp giden İzmit _ Yuvacık yolculuğu işin kolay taraflarıydı. Parkurun başına gelip güzelim yaz sıcağında botu ayağa takınca hafif bir tedirginlik olmadı değil. Yürüyüşün final kısmında hiç hatırlayamayacağım sempatik patikadan ilerleyip, serindereye vardık.Benim hayal ettiğim gibi değildi. Gittikçe sarpasardı. Geri dönüş ya da durmak yoktu. Artık vazgeçmek imkansız bir seçimdi. Ayak, bacak, diz derken serinlik biraz daha yukarılara ulaştı ve artık kurumak akşama kalmıştı. Zemini küçük kayalarla dolu telaşlı sularda yürüyebilmek için sağdan soldan bulduğum sopaları kaybetmek yenisini bulana kadar tedirginlik hissini ayakta tuttu.

Başlangıçtan kısa bir süre sonra devamlı ayağımı basacağım yere bakıyor olmaktan, nasıl bir cennetin içinde oduğumu biraz geç farketmenin verdiği vay be! tepkilerini de haykırdım.  Zaman zaman kanyonun içinde olduğumu bile unutuyordum. Tek bir düşünce vardı kafalarda, aman düşüp çanak çömlek yakışırmaları yapılan değerli organlara hasar vermeyelim. Zaman zaman kısa molalar verildi. Daha ne kadar var diye soruldu. Kesin ve net cevaplar alınamadı. İşin tadı kaçabilirdi.İlk vazgeçene yarenlik edebilirdim. Tabi ilerleyen dakikalarda fire verecektik, yemek molası akabinde de bu tahmin tuttu.Aslında ben de fireler arasında sayılmaktan rahatsız olmazdım.Sonradan çok pişman olacağım bu kararı vererek yola devam ettim.

Spora uzak bir adamın doğa sporlarına direkt dalması sakıncalı olabilirdi. Neyse ki yolun sonunda sadece bedensel yorgunluk ve kas ağrılarından başka hasar yoktu. Hem akan suya karşı koymak, hem de zemini her adımda bozuk olan bir yerde düşmeden yürüyüp yolu bitirebilmek sevindici bir netice elbet.

Şelalele,kütük,dere,kum,kaya ve onları içinde barındıran daracık kanyon, sadece 6 km lik yolda gördüğümüz zorluklardı. Mutluluk isesonunda yorgun bedeni  dinlendirecek bir yere yığılmaktı.
 
Nerede olsan dünyada, yolun hiç bitmeyecek,
Sen ileri giderken, biri bekle diyecek.
Bekleme bas gaza, sularda yorulursun,
Bir köşede durakla, ıslak donun kurusun.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

1 sigara molası

Sen karar ver, düşün taşın, günlerce krizlere meydan oku.bir iki günlük gaflet sebebiyle de olsa sigaraya yenil.Çok acı evet ben bugün sigara içtim, ama niye ? Niyesi yok içtim işte. Yıllardır içtiğim gibi içtim. Eskileri de katarsak bu ilk mağlubiyet değil. 

Her şey sigara tiryakisi olmayan bir arkadaşın, arada sırada keyif için içebilme ihtimalini hissettiren duygusalı akabinde,  gaza gelmek diye tabir edilen  mevzu   doğrultusunda ''ulan ben niye içmeyeyim ki ?'' sorusunun kafamda belirmesinin ardından,   bünyeye de nüfuz etti. Bununla beraber tüketilen sigaralar bir yenilginin habercisiydi. 

Elbet zaafıma yenik düşebilirdim. Sonuç olarak savaş devam ediyor. Bir darbe aldık ve sendeledik.Şimdi tekrar  yola devam takvimi sıfırlamak icap edecek ne yazık ki

16 Temmuz 2010 Cuma

Dumansız 3. Gün

Bir şekilde sonlandırmayı başardığım gün tam bir işkence günüymüş meğer. Buradan sigarayı bırakmayı başarmış insanlara şükranlarımı ve saygılarımı sunuyorum. Üçüncü gün gelmiş ne olacak işte yahu dedim. Fakat oluyormuş ilk iki günden daha beteri.

Bugün mesai saatlerinde çok hissettirmese de kendimi çok zorlamadan süreyi doldurdum. Lakin eve atılan ilk adımla başlayan küçük krizler akşam yemeğinden sonra tamamen bünyeye hakim oldu. Bu sefer başka bir oyalama taktiği fazla gecikmeden bulundu. 1 adet playstation ve orta kıvamda oyun becerisine sahip bir yeğen yeterliydi. Fakat moral bulmak için Barcelona yı seçerek 3-3 biten normal sürenin üstüne uzatmalarda da yenişemeyince penaltılarla ilk maçı zar zor aldım. Devamında ise kendimi hızlı koşmaya fazla kaptırdığımda bir parmağı neredeyse joystick üstüne bırakacakken ara verdik.

Normalde bu aralıkta 1 sigara iyi giderdi değil mi ? Beklenen olmadı ama berbat İtalya ile   Fransa ya yenilmek bir paket sigara içmekten daha beter etti. Aralıktan yararlanıp dinlenen parmaklar yine uzatmalara gidecek olan Boston - Lakers finaline sahne oldu. Maç uzadı, fakat uzatmalar oynanmadı. Bu akşamı sigarasız kapatmak için bahaneydi playstation, yoksa bu sıcakta tv karşısında sıkılmanın ne manası vardı.

İlk zamanların sorunlu olacağı belliydi. Yıllardır denemedim ve kimseden dinlemedim. Ama bu kadar zor olacağını keşke daha önce bilseydim. Şimdi aklımdaki tek soru şu. Acaba hayatta sigarayı hiç istemediğim bir gün olacak mı ?  Ya da başka neyi bu derece bağımlılıkla isterim mesela ? Hayatımın büyük bir bölümünde yanımda olan sigara ile çakmak tekrar geri dönecekler mi ?  

15 Temmuz 2010 Perşembe

Dumansız 2. gün

İlk zamanlar ayrılmak kolaydı, 11 yıl sadece tek ayrılık denemesi ile geçildi. 20 günlük kısa ayrılık hayatımda bir daha hiç görmediğim bir kişinin '' baba yak bi tane '' demesiyle son buldu. Bir daha da 2. günü olan hiç bir deneme gerçekleşmedi. O yüzden bu yazının 1. günü olamadı. Çünkü hiçbir  1. gün sigarasız son bulamadı. 

Başladığım ilk günlerde onu bir gün rahatça bırakacağımdan çok fazla emindim. Beraber ilk yılı devirdiğimde çok mutluydum da onunla. Ben diğer tiryakiler gibi erken yaşlarda başlamadım. En azından kendi kurallarıma göre reşit olmak gerekiyordu.  Çünkü ben 18 olmadan kahveye bile gitmezdim. Sanki öyle bir denetim varda suçlanıp hapse atılacakmış gibi korkardım.

Bu küçük önlemler beni sigaraya geç yaklaştırdı, ama günün birinde tiryaki olmama engel olamadı.Varoş yoğun bir ilçede, sağlıksız bir lisede sigara içmeden mezun olabildim ben. Liseden sonraki boşluk evresinde yakaladı  beni bu zehir. Hem de çok havalı paketleri, karizmatik isimleriyle... Amerikan sinemasının en parlak oyuncularının elinde, ağzında markaları gözükecek şekilde zihnime kazındı. Çünkü yasaklar şimdi olduğu gibi değildi. 

Aslında bırakacaktım ben gerçekten,  günde 5-10 arası olan tüketimim ilk yıldan sonra 10-15 aralığına geldi. Bununla beraber hemen hemen her gün sigara almak için markete gider oldum. Siz markete yaklaşırken tezgahtarın her gün sattığı o paketi tezgaha siz söylemeden bırakması vardır ki bu hal normalde sizin gerçek bir tiryaki olduğunuzun suratınıza  bir tokat gibi çarpması demektir. Cümledeki bu normal hal gerçekçi bakıldığında anormal bir bağımlılıktır. 

Son yıllardaki bir çok denemenin ilk gün başarısız olması acı bir gerçek. Halbuki atlatılacak olan ilk gün diğerleri için dayanak olacaktır. Dayanılmasının zorluğu da sigaraya bir nefes kadar yakın olmaktır. Çünkü henüz bırakmış olduğunuzdan sigara ile ilgili bütün materyallere sahip olarak tekrardan başlayabilirsiniz. Sigara ile edinilen bir çevre, çakmak kül tablası gibi yardımcı malzemeler, ve her zaman canınızın çekmesini sağlayacak kahve çay ve yemek molalarında gel de içme...

Her sabah ilk çayla beraber, mümkün olduğunca saat başı, öğlen ve akşam yemekleri sonrası, sevinince,  üzülünce,   sinirli veya rahat zamanlarda bile her daim içmek için bir sebep varken. Onunla geçen bunca zaman ne ile dolacak. Üstelik son 48 saattir bir nefes bile alamadığını ayak uçlarına kadar hissederken. Yemekten sonra karşında paşa paşa tüttüren birileri varken. Çay demlenmiş, balkon atmosferi üfür üfür eserken. İlk günü atlatan adam 2. gün bu katliama izin vermez artık. Bugün de beraberdik ama gol yemedik. Önümüzdeki maçlara bakıyoruz. 

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Bahar-Son

Ne uyumak istiyorum, ne de gözü açık tutmak..

Güzel rüyalar yerine acı gerçeklere uyanmak..

Gerçeklerle yüzleşmek yerine ise gözleri kapatmak..

24 Nisan 2010 Cumartesi

23 Nisan

Bundan 23 sene önce 1. sınıf bir öğrenciydim.. Tarih 23 Nisan 1987, beni kürsüye çağırdılar.. çıktım ve okudum allah ne verdiyse, şiirimi





Düzeltiyorum, 23 Nisan 1987 yağmurlu bir gündü. Tören 25 Nisan gününe ertelenmişti. Şimdi hatırladım... 

15 Şubat 2010 Pazartesi

Yalnız 14 Şubat



365 günde bazı günler var önemli günlerden sayarlar. Anneler günü, Babalar günü, öğretmenler günü ve uzun bir süredir de ülkemize de sıçrayıp çeşitli etkinliklerle kutlanan sevgililer günü. Annesi olmayanlar anneler gününde burulur, kırılır, keza babası olmayanlar için de babalar günü öyledir. Öğretmenler günü ise öğrenciliğin ilk yıllarında önemsenir, sonraları öğretmenlerle olan ilişkinizle orantılı olarak aklınızda kalır. 

Şimdilerde her yılın 14 Şubat günü bir heyecanla kutlanıyor. Bahsi geçen diğer  örneklerde de olduğu gibi 14 Şubat sevgilisi olmayanlar için de bir anlam ifade etmiyordur. 

Kökeni Roma Katolik Kilisesi'nin inanışına dayanan bu gün, Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple bazı toplumlarda ''Aziz Valentine Günü '' olarak bilinmektedir. Valentine kelimesi Batı medeniyetlerinde hoşlanılan kişi veya sevgili anlamında kullanılmaktadır. Günümüzde, bizim de dahil olduğumuz bazı toplumlarda sevgililerin birbirlerine hediyeler aldığı kartlar gönderdiği  özel bir gün olarak kutlanmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak hadisenin ticari yönü çok önemli hale gelmiştir.  (Vikipedi) 

Bilinen hikayesi bu olunca ''bizim ne alakamız var ulan ?'' diyesi geliyor insanın. İnanışlarımıza uymayan bir şey daha işte, yılbaşı kutlamak gibi geliyor. Kırmızı renklerde kalp gül ağırlıklı süslemeler hediyelikler sarıyor alışveriş merkezlerini  ve yalnızların canını sıkıyor bu hengame. 14 Şubat ta yalnız olan adama sanki parmakla gösterip dalga geçeceklermiş gibi geliyor yalnız dışarı çıkmak.
Erkekler açısından çok sıkıntılı bir dönemeç olur eğer var ise bir sevgilisi. Herkesin 14 Şubat için rezervasyonları, hediye alımları gibi telaşları artar ve ne alacağını bilemeyen karar veremeyen bir sürü insan dolanır etrafta. Kadınlar zaten çıldırma noktasına geliyor böyle dönemlerde. 

Elinde kocaman çiçekler ya da ambalaja sığmayan hediyeler, cüzdana düşman pahalı ürünler  1 tek günde sevgiyi anlatmak için ne kadar gereksiz. Ülke ekonomisini sevgililer günü mü kurtaracaktır 24 saatte?  Hala bu saatlerde birileri gecenin faturasının hesabını yapmakla meşgul. Belki de bugünün faturası için kredi çekenler bile vardır.

Yalnızlığı sevmez kimse, ağlar her önüne gelene yalnızım diye ya da içine atıp susar, susadıkça alkol alır. Lakin sevineceği ender günlerinden birini yaşamaktadır bugün. Cüzdanına sıkı sıkı sarılır ve iyi ki yalnızım deyip bir sevgililer gününü daha yalnız ve zengin kapatır.     



13 Şubat 2010 Cumartesi

bire bir atışlar - I

Gençliğimizin aydınlıkta gözünü karartmaya çalıştığı, karanlıkta ışığı yakarak aydınlanmaya çalıştığımız, fakat hiç adam olmaya çalışmadığımız çağlarda sürüklendik, savrulduk, müsait bir yer bulduk, yaşlıya yer vermeden oturduk. Elimiz sık kullanmasa da cetvel pergel  tuttuk   Arkadaşı oturmaya yeltenirken altındaki sırayı çeker olduk. Bazen de yazılılarda şimdi yaptığımız gibi  boş verirdik, kağıtları, zaten geçim sıkıntısı çeken hocalarımız bari yazılı kağıtlarını okurken zorlanmasın istedik. Bu iyi niyet takdir gördü ve hayata istediğimiz sorunlardan başlayabildik.

İnternet sohbetlerinde kızlara  iş-okul ve  simgesel ifadeler ile ikisini bir arada yapabildiğimizi anlattık. Bir nevi aşkın kanununu sanaldan okurken de çalışmak gibi bir anlamı da oldu üstü kapalı. Şimdi her şey bitmiş gibi, sanki okuyup üfledik duvara astık insanlık inkılabının kopyalarını. Sanki biraz yorulduk hayat denen minyatür kale maçta ya da sağ arka adalemiz çekti geçmişe doğru bizi.

Geçmiş zamanlı cümlelerin içinde gelecek zaman serpiştirme vakti gelir bazen. Gelmişim geçmişimi aratmasın diyerek maddi manevi bir şekilde çoğalarak artmalı her konudaki girişimler. Doyumsuz avuç ovuşturmalarla  olmasın, yoldaki çizgilere basma takıntılarını göz ardı ederek yürümeli. Geride bıraktıklarını sadece otobüsün ters koltuğuna oturduğunda düşünmeli. Mümkün olduğunca görmeli, geçirmeli bazen, toplu iğne deliğinden ipliği.

Yerde gördüğü parayı almayacaksa başı dik yürümeli. Bir kelebeğin yaşama sevincine özenmeli, bir martı gibi hayata göz kırpmalı. Sorguladığın, ne yapacağın olmalı ki, ne yaptığının farkında olasın. Yanlışların da olmalı, korkuların da, korkularını yendiğin gün, cesaretin yalnızca başkalarında olmadığını görmeli. Ayda bir iki kere ‘’Vay be ! ben neymişim ?’’ demeli. Erken yatmalı, erkenden kalkmalı. Sadece, uyandığında gidilecek mutsuzluğa hep geç kalmalı. Askerliğini yapmalı, en az bir dil bilmeli,  ırklardan kaçarken, arklara düşmemeli. Arkadaş edinmeli, en başta kendini ya da yan masadakini...

8 Şubat 2010 Pazartesi

10lar



Cassio de Souza Soares Lincoln,  verdiğinden daha fazlasını alan bir başka pahalı Brezilyalı. Galatasaray'a yaramıyor böylesi. Mario Jardel i andırıyor gelişi ve gidişi. Çok kafiyeli oldu sonlandıralım şu işi.  Öteden beri milliyetin spor sayfalarını okuyunca böyle uyaklı bir dil de kazanıyor insan. İlk geldiğinde seyircisiz maçlarda gösterdiği performans herkesi heyecanlandırdı. Büyük maçlarda büyük işler bekledik. Uzun zamandır da böyle transferlerden çok şeyler bekler olduk. Tam bir hüsran bu adam.

O eski 10 numaralardan fazla bahsedip adamların kulağını çınlatmaya gerek yok. Lincoln onlar gibi olamadı. Aslında böyle bir fırsatı tepmesine akıl erdirmek zor. Galatasaray'dan oynamadan aldığı, belki Brezilya'da  oynayarak kazanacağından muhtemelen daha fazladır. Ama ne olursa olsun koca bir yıla yakın zamanı oynamadan geçirdi. Belki de tekrar form tutması aylar alacak. Kendine yaptığı zararın da farkında değil.

Böyle adamlar için Türkiye'de futbol oynamak dünyanın belki de en kolay işi, eğer kendinizi iyi pazarlarsanız. Örnek Alex, o kadar uzun zaman oldu ki Fenerbahçe'de, geldiği zamanı unuttuk. Koşmaz, kendini yormaz, bir frikik, 1-2 şut, 3-5 öldürücü pas ile çoğu zaman adam olmaz denen Fenerbahçe'yi toparlamıştır. Yaşadığı Şampiyonluklar ve kazandığı paralarla günün birinde mutlu mesut evine gidecek, belki de bu minnet borcundan dolayı gitmek bile istemeyecek. Lincoln de Alex gibi Brezilya milli takımının kapısından bile gireceğe benzemiyor. Hayatında yapacağı en güzel işlerden birisi Galatasaray'da Alex modelinde bir kariyer yapmak olmalıydı. Belki uzun vadede Galatasaray bundan hoşlanmazdı ama onların tek kurtuluşu bu. Yoksa geldikleri gibi giderler. 

Onlar milli takıma giremiyorlar fakat Elano Brezilya milli takımının değişmez oyuncusu, en azından şimdilik. Sezon başında geldi, maç eksiği, uyum sorunu, gibi bahane süreçlerini de atlattı. Gerçi sakatlıklar yüzünden abuk sabuk bir kadroya sahip olmuş olan Galatasaray'da yine bir kaç bahane içinde bulabiliriz kendisini. Oynadığı yer, giydiği anlamsız 9 numaralı forma ile beraber pek uyumsuz kalıyor. Kendisi ya da Rijkaard için normal olabilir ama maliyeti ve etiketi düşünülürse, en azından zemini düzgün rakibi ciddi olan maçların anlamlı galibiyetlerinde rol almalı. Kayseri'de berabere kalmak ayıp değil zaten, hele bu haldeyken. Emre Çolak o pozisyonu gole çeviremedi diye kızmadan önce,  Elano girdiği rahat pozisyonu neden gole çeviremedi diye sormak daha cazip.

9 numara Galatasaray'da Hakan Şükür demek, Kral duygusal adamdı, bazen haftalarca gol atamazdı. Fakat Elano forvet değil, açılmak için gol atmayı beklemiyordur umarım. Ya da bir Galatasaraylı paranoyası uygun gibi hazır santrafor Arda olduğuna göre, bu ara formaları değiştirseler belki etkili olur düşüncesindeyim.   

27 Ocak 2010 Çarşamba

Diyarbakır notları

Türk Hava Yolları tk-bilmem kaç sefer sayılı uçağının 1 buçuk saatlik rötarı ve  rahat bir inişi sayesinde hayatımın ilk doğu seferine başlamıştım. Daha önce Eskişehir'den öteye geçmemiştim. Özellikle merak ettiğim bir şehir olan Diyarbakır'a gitme ihtimalimi de düşük görmüştüm. Lakin hayat sürprizlerle dolu ve kaderde günün birinde Diyarbakır sokaklarında gezmek de varmış.

Hemen bir ticari taksiye atladım ve  beni şehir merkezine doğru götürmesini  rica ettim. Aklımda taksicinin bir şehir turu sonrasında kabaran bir taksimetre ücreti ile kazıklayacağını tahmin etmedim değil. Çünkü az buçuk memleketim sayılan Eskişehir'de beni gezdiren taksicinin  attığı kazığı ömrümce unutmam. Fakat ilk ön yargım beni yanıltmıştı. Kısa süren bir seyahatin ardından. Normal bir şekilde istediğim yere bıraktı. Buradan Diyarbakır taksicilerine duyduğum saygıyı belirtmek isterim.

Ardından ''her ilin bir çarşısı vardır ve nerededir hemen bakalım?''  fikrinden yola çıkarak ne var ne yokmuş hissiyatı ile şehir merkezi yönüne doğru hareket ettim. Şehre girilirken heybetli surlar dikkat çekiyor. Orada da İstanbul'daki gibi sur kapıları var ,dört adet kapı var en bilineni Mardin Kapı adına türküler yazılmış söylenmiş. En büyük otellerinden biri olan Kervansaray Otel de bu Mardin Kapı civarında  Surların üstünde ve kapılarda burç simgeleri gelmiş geçmiş medeniyetlerden kalma çeşitli  yazıtlar ve kitabeler mevcut. İlk bakışta  genelde savunma amaçlı inşa edildiği  bilinen surlar aslında üzerindeki bu  eserler neticesinde estetik bir öneme de sahip  ve dönemin medeniyetlerine ait sanatsal çizgiler taşıyor. Bizans,Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı izleri kokuyor bu şehir.

Diyarbakır, Meryem Ana kilisesi, Ulu cami, Dört ayaklı Minare (minare 4 ince taşın üstünde duruyor ve pek dengeli görünmüyor, ama yaşıyor.)  ve sayamadığım, vakit olmadığından gidip göremediğim onlarca eseri barındıran bir şehir. Fakat Diyarbakır'a  gelip  Mardin kebapçısında yemek yemek biraz garip oldu. Sağa sola bakmaktan kente özgü yemeklere sahip mutfağı olan bir restoran göremedim.

Sokakta gezerken karşıma  çıkan sayısız Züğürt Ağa karakteri, şalvarlı sarıklı amcaları, dedeleri, büyük şehir olmasına rağmen işsizliği açığa vuran gençleri,  bir de şehrin Süper Lig takımı Diyarbakırspor hakkında bilgi sahibi olmayan taksicileri  görmek mümkün. Tazameta ismindeki siyahi oyuncu şehrin göbeğinde bir otelde kalıyor, sanki beyoğlu gibi bir yer onu görenler hiç şaşırmıyor. Renkleri yakın olduğundan ya da her gün gördüklerinden olabilir. Belki de çoğu Diyarbakırlı takımlarının Süper Lig de olduğunu bile bilmiyor olabilir.  

Görülecek daha çok yer olduğunu bilerek, kısıtlı zamanda eldeki imkanları değerlendirip, Diyarbakır'ı görmenin verdiği huzur ile hava alanına geri dönmek gerekiyordu.. Tekrar aynı fiyatı gösteren taksimetre için  her ne kadar o anlam veremese de taksiciye teşekkür ettim. Ankara üzerinden aktarma ile karlı İstanbul'a gelmek kolay olmadı. Araç trafiğinden şikayet ettiğimiz İstanbul bu sefer hava trafiği ile Yalova üstünde 40 dakika dönmemize sebep oldu. Bu arada hiç ayak basmadığım Ankarada Esenboğa hava limanının teknolojisi sayesinde, Ankara havasını bile teneffüs edemeden İstanbul'a gelmek üzse de, Diyarbakır'dan kalkan ve hakkında bomba ihbarı yapılan son uçakla geri gelmediğime sevindiğimi belirteyim.

     

9 Ocak 2010 Cumartesi

Kısa günün zararı

Erkenden kararan hava öğle saati uyandığınız bir gün için kabustur. Her tatil gününü uyuyarak geçiren adamlar kısa günleri sevmezler. Zaten soğuktur, evden çıkmak eziyettir, bir de üstüne karanlık sokaklar. Yaz ya da bahar akşamına benzemez karanlığı, mahalle aralarında ses soluk kesilir akşamları. Rüzgarla uçuşan bir poşet bir anda ürkütebilir. Tam küfrü basıp hışırtıya baktığınız anda poşet olduğunu anladığınız nesne stresin ardından bir rahatlık verir. Uzaktaki iri kedi acaba bir köpek midir bilinmez. Daha aydınlık güvenli olan sokaklar tercih edilir.  Bu soğuk ve sıkıcı yürüyüşün sonunda sıcak  evde olabilmektir mutluluk Özellikle ofis içi işlerde çalışanların mesai bitimindeki özgürlüklerinin karanlığa denk gelmesiyle yıkıldıkları anlar vardır. Kör karanlıkta çıkılan bir yolun sonu kesin ev olmalıdır. En azından aydınlık ve sıcaktır.

Oysa uzun günler başkadır. Öğle vakti uyanmış bile olsanız, erkenden uyanan bir çok insanı hala görebilme şansınız vardır. Akşam 7-9 arası bitmek bilmez. İş çıkışı planlanabilecek organizasyonlara  kaygısız iştirak edilebilir.Yağmur ve soğuk hava gibi koşullardan uzak olunduğu için ulaşımda da pek sıkıntı yaşanmaz. Soğuk havalarda tercih edilen koyu renklerden kurtulabilir, açık tonlarda her rengi üstünüze yakıştırabilirsiniz. İşten çıktığınızda gözünüz açılıp rahatlayabilir, akabinde sahile doğru gün batımına yetişebilirsiniz.

O yüzdendir ki uzun günler daha çok sevilir.

4 Ocak 2010 Pazartesi

''Kalitesiz aşklara inat, yaşasın sevgilisiz hayat.''

''Kalitesiz aşklara inat, yaşasın sevgilisiz hayat.'' Habibler - Bağcılar hattı. Minibüsü kullanan kişi bir amca olduğundan kesin bu cümleyi o kurmamıştır. Ya kendisi o araçta sadece şofördür veya oğlu falan yazmıştır. Ama  ne olursa olsun amca minibüste vites değiştirirken tepesinde bu yazı komik duruyor. Bizler msn, facebook gibi platformlara kişisel ileti yazmaya yeni yeni başladık. Ama onlar bizim toplu taşıma amaçlı kullandığımız Deutz-Magirus markalı araçları yazı tahtasına çevirerek yıllarca kişisel iletişim kurmaya çalıştılar.

1980-1990  yılları arasında minibüsçüler arabalarını modifiye ederlerdi. Havalı kornalar ve otomatik kapılı araçların yaygınlaşmasıyla ilgi çeken araçlar görmek mümkündü. Hatta o dönemdeki çocukların idealinde minibüs şoförü olmak yatıyordu. Muavinlikten başlayıp şoförlüğe geçen adamlar biliriz. Bugünlere bakıldığında araçlarda o zamanlardaki ışıltı görülmez oldu. Minibüsün ışıltısından ne olacak demeyin özel olarak bilinen plakalar vardı. Bakımsız araçlara binilmezdi.  İçinde renli ışıkları, bilardo topundan vites topuzu , renkli camları, özel döşemeleri dikkat çekici özellikleriydi. Bir dönem boyaları bile farklıydı parçalı forma cinsinde bölünmüş iki ayrı renkte olanları mevcuttu.
Onlar geçmişte kaldı şimdi tek renk olduğundan pek farkları kalmadı. Zaten o yazılar da yasaklanmıştı bir dönem. Bu servis çok uzadı. Bir başka şoför deyişiyle noktalayalım.
''Her ne kadar sosyetenin parlak taşlı yollarında kırmızı pabuçlu kızlarıyla dans etmediysek de, biz harbi Siirtliyiz.''


2 Ocak 2010 Cumartesi

ikibinon

Yeni yılın ilk gününü geldi de geçti bile. Bir gece önce yedeğimiz gıdaları sindirmekte zorlandığımız bir gün olmakla beraber, aynı zamanda mide sancılarıyla geçmiş bir gündür. Her yılbaşı gecesinin sabahında olduğu gibi yerlerde fıstık ve çekirdek kabuklarının kol gezdiği halı ve koltuklara yayılmış kırıntıların ortalıkta dans ettiği bir hal vardır evlerde. Nice nice güzel temenniler havada uçuşsa da yine belli başlı sıkıntıların artarak azalmasını da içinde barındırmasını dilediğim  yeni yılın öncekilerden farkı olmayacağını düşünmekteyim. Mesela herkesin olduğu gibi benim de hayal edip beklediğim büyük ikramiye 4 kişiye pay edilip, biletime amorti bile vurmadığında başlıyor talihsizlikler serisi. Sonra bakıyorum ki ikramiyenin isabet edeceği bir bilet bile yok cebimde. Yılbaşı gecesini her zaman olduğu gibi evde sade bir televizyon izleyicisi kıvamında geçirirken, diğer 364 günden farkı olmaması gerektiğini de biliyordum. Bu bilinçle seyre daldığım televizyonun ahenginde yediğim kuru yemişlerin ertesi gün bana vereceği sıkıntıdan habersizdim. Mesleki olarak sevdiğim bir tabir olan dönem sonu ve dönem başı mal mevcudunu bu sene Taksim - Tünel arasında pek göremedik. Sayımda görevli güvenlik güçleri kanımca önceki yıllara göre magandasız bir yılbaşı akşamı geçirmişlerdir. En son 2000 yılında yirmili yaşların verdiği heyecanla yılbaşı akşamı o bölgede bulunmuş ve bir daha bulunmayacağıma dair de kendime söz vermiştim. Dönemin en renkli grubu Athena'yı meydandaki konser organizasyonunda izleme teşebbüsümüz, etraftaki insanların  birbirlerine anlamsızca attıkları maytapların giysilerimize isabet etmesi sonucunda bir çoğumuz milenyumda yeni bir mont alma gereksinimi duymuştuk. Daha konser başlamadan terk ettiğimiz kalabalıktan çaktırmadan  koşarak ayrılmıştık. Unkapanı istikametinde yürürken girdiğimiz yeni yıl futbol açısından  Uefa Kupası, Süper Kupa  ve Euro 2000 çeyrek finalini getirmişti bize. Bir daha öylesi gelmedi.Önceden de olduğu gibi bugün de büyük heyecanla kutlanacak tarafı olmayan yeni yıl hadisesine ben dönemsel bakıyorum. Yeni bir açılış bilançosu üzerinden aynı işlemleri yapmaya devam edeceğiz. Sonunda kazanılan veya kaybedilen bir şey olmadığı gibi beklentileri de makul seviyelerde tutmakta fayda var.