31 Aralık 2012 Pazartesi

30 Dakikada 2012


İki-bin-on-iki için aşkla yola çıktık. Yok bu çok yandaş bir yaklaşım oldu. Kupalar cimbomdan sorulur... Yok bu da değil. Bu dediğim 2000 yılı Mayısında billboard reklamlarının en kralıydı. Neyse saçmalayarak başladık anlatmaya düzelterek devam edelim. Futbol bloğu diye açtık burayı sonra işler sarpa sardı. Yazmaya başladığım 2009 ve devamında sıkıntılı günler geçirdik meşin yuvarlağı takip ederken. İki-bin-on-iki futbol adına güzel oldu gerçekten. Ligi uzak ara lider tamamlamak. Uydurma Super finalde gidip gelen şampiyonluk. Kadıköy hatırası bir şampiyonluk. Güzel goller. Bir önceki yılın kötü izlerini unutturan ve kalıntılarını kazıyan büyük iş. Kadıköy'de kupa unutulmayacak bir şey. Orada galibiyet uzun zamandır yok ama artık orada kaldırılan bir şampiyonluk kupası var. 
Bu sene tanıştığım oto tamircileri benden elde ettikleri gelirleri toplasalardı sanırım kendilerine yeni bir dükkan daha açabilirlerdi. Kendi değerinin 1/3'ü oranında masraf çıkaran arabam kabusum oldu. Ama kazandırdıklarına hürmeten bir şansı hak ediyor. Güzel geziyorum İki-bin-on-ikide  Güney Ege'ye gidiyorum. Kalbim orada kalmıyor ama Ege'de seviyorum. Sonra bakıyorum da İstanbul'da da seviyorum. Düşünüyorum da baya bir seviyorum.  Kumarda hep kaybetmek istiyorum. 
Altı ayını da bir sınav uğruna heba ettiğim yıl olmakla beraber, neleri ıskaladığımı düşünmek bile istemiyorum. İçinde başarı olan da bir yıl. Büyük emek, büyük çalışma, destekler moraller, sıkı tutmalar, kasmalar. Sınav sonuç belgesinde yazan ve benim az tanık olduğum o güzel kelime. Bana yabancı o kelimeye bakarken dolan gözlerim. Kimi seviyorsam arayıp söyledim.  
Assos tatili ile sınav öncesi moral bulduk. Kombine bilet ile hayatıma sarı kırmızı renk geldi. Yorucu etkinliklere gark olduk. Yedik, içtik, gezdik. Sevdik, sevdalandık gemici düğümü ile bağlandık. Sosyal ağda paylaştık. Böyle ayrı gayrı yılbaşı olmaz, olmaz. 
Şaka bir yana yıl içinde en çok vakit bulunduğum yerde odamdayım. Birazdan yeni yıla gireceğim bedenen tek başıma ruhumda +1. Süre giderek azalıyor. Bu yazdığım en hızlı yazılardan biri. Keşke biraz daha yazabilseydim İki-bin-on-iki de. Keşke biraz daha fotoğraf çekebilseydim. Şunu da etseydim Bunu da bilmem ne yapsaydım. Bakın insan ne değerli zamanları geçiriyor. Bazen dolu bazen boş. Ama en tatlısı sağlıklı. 
Şu yazıları böyle keyifli keyifli okuyacağımız yılları şimdiden özlüyorum. Yaşamak güzel. Herkese mutlu yıllar. Hoş geldi İki-bin-on-üç... 


23 Aralık 2012 Pazar

Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004)


''İsmi kulağımda yer etmiş neden bilmem'' demedim araştırdım. Baktım ki yayınlandığı dönemin en iyi filmi denilebilir. İnanmayanlar ya da daha fazla bilgi edinmek isteyenler Tarihi Osmanlı Mecmuasının 3. Cüzünün 1912. sayfasına bakabilirler efemm.



Neyse işte başlarda insanı tuzağa düşürüyor. Kendimi  buldum sandım, yok yok bulmadım kendimi adamın yerine koydum. Sonra film aklıma koydu bazı saçma sapan fikirleri, fena kafam karıştı. Kafamı toparlamak için bir film arası  verdim. Toparlanıp geri geldim.

Kaçırdığım filmlerden diye bir etiket oluşturup böyle filmleri bir kenara not edesim var. Jim babaya gidip elini öpesim var. Kate kızımız ayrı bir tatlı. Şu kızı Titanic izlerken yakıştıramamıştım beyaz perdeye, ama beni kim beğensin. Neyse bu film gayet güzel olmuş. 

Şu, '' hatıraları ya da hayatın bir bölümünü beyinden silme işlemi olsun mu la ? '' dedirten soruya kesinlikle hayır karşılığını verdim. Korkutuyor çünkü, mutlaka kurunun yanında yaş da yanar. Gerçekten böyle bir sistem olsaydı hataları hemen hemen benzer olurdu. Harika sahneler vardı tek tek sayılmaz. Bu filme bir defada da doyulmaz. 


21 Aralık 2012 Cuma

Şark Dişçisi 2012


Ortaokulda bir hocamızın vesilesi ile ilk defa rahmetli Feridun Karakaya'nın bir oyununu izlemiştim. Acayip doğru bir seçimdi Fermanlı Deli Hazretleri ve baba tiyatrocunun muhteşem performansı vardı. Cilalı İbo oymuş aslında ben sonradan öğrendim. Öyle güzel bir oyunla başlayınca da tiyatro bizde başka iz bıraktı. 

Sonra alışkanlık oldu ta ki Antigone isimli oyunu izleyene kadar. O oyun bir süre ara vermeme sebep olan talihsiz bir eserdi. Tabi kendi adıma söylüyorum. 

Ondan sonra sinemadaki çekingenliğim tiyatroda da başladı. Oyuncu ve oyun seçmeye başladım. Gelişi güzel bilet almamaya karar verdim. Bu yüzden de bu oyunu kaçırmak istemedim. Sevinç Erbulak ismini görünce akan sular durur. Diğer oyunculara haksızlık olmasın kendisi benim nazarımda Adile Naşit tadındadır. Yerini almasın kendisini kanıtladı, ama bu oyunda bir ara Adile Naşit yürüyor sandım sahnede. 

Uzun ve güzel bir müzikal. Son zamanlarda izlediğim oyunlar çok iyi olmasa da kısa sürdüğü için tat veriyordu. Bu uzun ve güzel temsil keyifli oldu. İzlenmeli ve görülmeli. 

ŞARK DİŞÇİSİ
Yazan: HAGOP BARONYAN
Çeviren: BOĞOS ÇALGICIOĞLU
Yöneten: ENGİN ALKAN
Dramaturgi: SİNEM ÖZLEK
Koreografi: SELÇUK BORAK
Müzik: SELİM ATAKAN
Sahne Tasarımı: CEM YILMAZER
Işık Tasarımı: CEM YILMAZER
Kostüm Tasarımı: TOMRİS KUZU
Yönetmen Yardımcısı: ZAFER KIRŞAN, A.NİMET ALTAYLAR, BERNA ADIGÜZEL
Süre: 2 PERDE / 3 SAAT
OYUNCULAR
ÇAĞLAR ÇORUMLUÇIĞDEM GÜRELEMRAH ÖZERTEMHÜSEYIN TUNCELMURAT ÜZENOKAN PATIRERÖZGE O'NEİLL SARIMOLA,REYHAN KARASUSALİH BADEMCİSELÇUK BORAKSELİN TÜRKMEN,SENEM OLUZSERKAN BACAKSEVİL AKISEVİNÇ ERBULAKTUĞRUL ARSEVERÜMİT DAŞDÖĞENYILMAZ ARDA ALPKIRAYZEYNEP CEREN GEDİKALİ

City by the Sea (2002)

Hızımı alamayıp aynı akşamda bir film daha izler miyim ? Tabi ki izlerim, hem de yine babadan (Robert de Niro). Yine alanında en iyisi, bu sefer sıkı bir polis. Fakat  böyle oyuncuya  Türk Filmi senaryosu yazmasalar diye söylendim. İzlerken de gider yaptım Amerikan Sinemasına.

Baba gitsin oğlunu yakalamaya çalışsın olmaz yani, ama olmuş. Tipik bir uyuşturucu ve cinayet konulu polisiye filmi. Tabi Baba işini yine iyi yapıyorsa da bu sefer şu filmi döneminde izlemediğim için üzülmüyorum. 

2002 yılında futbol açısından güzel işler olduğu için bu filme zaten vakit ayrılmazmış. Biz dünya üçüncülüğü ve Lig şampiyonluğuna kafayı takmışken bu filmden haberimiz olmaması gayet normal. 



Bu filmde de iç mekanlardaki dekorlara takılıp kalıyorum. Loş odalar, şık koltuklar, abajur masa vs. şimdilerde İsveçli çakma mobilyacıların tasarımlarının nereden geldiğini anlıyor insan.

Hide and Seek (2005)


Robert de Niro efendiye ait oldukça film seyretmişliğim oldu. Baba güzel yapıyor bu işi. İnternetin en güzel yanlarından biri sinemalarda kaçırılan filmleri izlemek oluyor. Filmlerin içeriği hakkında pek bilgi edinmeden rahatlıkla izleyebilmek güzel. Bunu söylüyorum çünkü defalarca sinema gişesinin önünden dönmüş adamım. Sebebi ise çoğu zaman iyidir diye seçtiğim filmin piyasa filmi olmasıyla yaşadığım hayal kırıklığıdır.

Ya da filmi beğenmiyor olmam veya saatinin uymaması  vs. Bir de indirdiğiniz ya da kiraladığınız film evde izlemekten kaçınabilirsiniz ama sinemada bilete ödenen paranın baskısı insanı filmden keyif almaya zorlar. Yerli yersiz ayırımı pek yoktur bende ama zor seçim yapmak büyük sıkıntı. 


Baba  (Robert de Niro)  bu filmde kötü adamı, daha doğrusu katili oynamış. Kim bu cani diye düşünürken filmdeki katil kendisi çıkıyor. Kızını da doğramadan bitti film. Yalnız ne göz varmış kızda birader. Katil diye izledim dakikalarca. Büyüyünce o da katil olur diye düşünmek istemiyorum. 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Galatasaray 4 Balıkesirspor 1



Öncelikle Salı akşamı akşam 19:00 gibi zor bir saate bu maçı programladığı için Federasyona şükranlarımı sunuyorum. Saat 18:00 19:00 arası iş çıkış saatlerine sahip taraftarların 19:00 da başlayan maça, yetişmeleri imkansızdı. Dolayısıyla da stadın 1/4 kadar kısmı anca doluydu diyebiliriz. 19:25 gibi anca girdiğim statta ilk golü göremedim. Hatta maç 1-0 bitmiş olsaydı, maça gidip de golü göremeyen adam olarak ertesi gün iş yerinde tahrik edici alaylara konu olacaktık.

Korkulan olmadı birden fazla gol oldu, sürpriz de olmadı takım kazandı. Normal zamanda forma göremeyen adamlar oynadı gol de attı.. Aslında berbat bir organizasyon bu Türkiye Kupası. Bütün büyük takımlar yedekleri ile çıkıyor. İdman maçı havasında geçen bu maçların yayınları da muhtemelen izlenmiyor. Eskiye göre itibarını kaybeden bu kupayı Fenerbahçe almakta çok geç kalmıştı. Sanırım kavuşmuş olmalarına rağmen pek de sevinemediler. 

Şimdi bu kupa neden böyle tatsız tuzsuz oldu diye düşünürsek de işin ilginç tarafı bu kupa ligin yanından geçemez. Yayını ile, oyunu ile, oyuncuları ile lige yaklaşamaz. Çünkü kupanın sponsoru devlet. Ziraat Türkiye kupası bu, kimse bakmaz maçların çekişmesine galibine. Nasıl olsa para devletten. Nasıl olsa öyle de böyle de bu maçlar oynayacak. Nasıl olsa bir şekilde birileri kazanacak. 

Maça giden adam tatsızmış dert eden yok. Ekran başında kırk yılda bir takımını görecek fakir bir bakıyor kadro yedek. Adamın cebinde para yoksa, yayıncı kuruluşa ödeyemiyorsa izleyemiyor ligi biliyoruz. Bari kırk yılda bir izlediği maç doğru düzgün olsun o da değil. 

Seyircisiz, saçma sapan saatte, sponsoru devlet olan, alanın sevinemediği kaybedenin üzülmediği, bu amaçsız kupayı böyle devam ettirecekseniz, ettirmeyin ve bir zahmet kaldırın. Boşu boşuna yormayın takımları sıralamada yer belirleyin hak eden Avrupa'ya gitsin. 

Akşam akşam canım sıkıldı. 

Felipe Melo Hello Cello


Bazı adamlar vardır, hayatın içinde mutlaka örnekleri olur, şöyle ki; onlar hiçbir işe yaramazlar aslında, karakterleri bozuk, hareketleri anlamsızdır. Sevilmezler de pek, ama kovmak da ziyanlık olacaktır. Nadiren de olsa sevilen yanları vardır. Özlerinde yine değerleri düşüktür. Beklentileriniz vardır ama hiç karşılayamazlar. Umutlarınız hayal kırıklığına dönüşür çoğu zaman. 

Zaman kaybettirirler insana, sağ gösterip sol çakarlar. Yüzünüze gülüşlerini istediğiniz kadar hayra yorun, sonunda iyiler mutlaka kaybedecektir. Kötülerin kazanması gerçekleşirken de antipatikliği zirve yapacaktır. 

Melo geldiğinden beri iyi de olsa kötü de olsa rakiplere antipatik gelir. 2011-2012 Melo ve Galatasaray için inanılmaz başarılı geçtiğinden sözleşme yenilenmesine kesin gözüyle bakılması da normaldi. Bizzat ben üç ay boyunca defalarca dua etmiş, binlerce kez resmi siteyi refresh etmişimdir. Sonunda geldi...  

Bu sene geçen yıla oranla kötü görünür. Hatta bu sene hücum katkısı az olduğu görüldüğünden ve form düşüklüğünden,  kendi taraftarına da mesafelidir. Özellikle Manchester galibiyetinde, golden hemen önce tribüne dönüp kollarını açarak Hello Cello yapışı ve akabinde gelen gol , galibiyet... Kendisine doping olmuş izlenimini bizde uyandırdı. Melo hafta sonu bir de penaltı kurtardı. Öndeydi arkadaydı bunlara girmeye gerek yok. Top kaleye girmedi Melo yüzünden. Ben de rakip olsam heriften nefret ederim. Selçuk Şahin etkisi yapıyor rakiplerde.

Böyledir işte bazıları... Ortada gezinirler yaygarası bitmez ama icraatı da bilinmez. Bir koyup üç alır ve bir şekilde de kazanır. Futbolda şans da yanınızda olacak. Bazen Melo gibi penaltı kurtarır bazen de Fevzi gibi ıskalarsınız.

Birilerine göre aşırı sevimsiz bu adam, birilerine göre de artık fena halde sevimli. Şimdi 2 maçta forma nasıl geri alınır görün dedi, ama arada Hocadan da Yekta ayarını yedi. Muhtemelen geçen yıl görünen Melo geri geliyor. Gol atması çok önemli değil zaten. Pegasusa gelip Hello Cello yapsın yeter. Biz hayvan gibi bağırır o golü çağırırız. 

Söze başlarken Melo üzerinden başka bir tespit yaptım Umarım Melo bu gibi tespitlere bir örnek olmaz. Riera hikayesi unutulur. Hem de fena unutulur kimse hatırlamaz. Alınan faydanın yüksek olduğu bir zamanda ihtiyaç varken ceza kesilmedi. Bundan böyle olacaklara da hazırlıklı olmalı. İşler yolunda giderken bile böyle olduysa, bu gibi stresli başlayan bir sezonda  üç kulvarda kırbaç yiyen Melo umarım hata yapmaz. Mutlu mesut şu sezonu bitiririz. 


16 Kasım 2012 Cuma

Galatasaray 1 Karabükspor 3


''İnanılmaz bir skor değil futbol içinde var bunlar'' demek için muazzam bir futbol oynayıp, sağlı sollu yüklenip, direklere takılmak vardı. Ceza sahasında karambollere girmek vardı. Atak ve tek kale oynayıp şanssız olmak vardı. Topla oynama oranı ne bilmiyorum ama yan topla oynama oranını soranlara rahat söylerim. Ama bunun da bir önemi olmadığını zaten biliyoruz. Bir ara Mustafa Sarp kadroda olabilirdi diye de iç geçirdim.

Ujfalusi sakatlandığında eyvah demiştik. Formsuz Semih ve bence yetersiz Dany ile beraber Riera ve Hakan Balta gibi basiretsiz adamlar da tuz biber oldu. Bu güvensiz savunma ile, formsuz Melo - Selçuk ikilisi...  

İleride durum ne olursa bu çelimsiz orta saha, tüm zamanların en etkisiz defansı ile beraber, değil hücum etkinliğine katkı, kendilerini kurtaramaz haldeler. Ne her geleni içeri alan Muslera ne de etkisiz forvetler suç işlemiyor. Bu kadro bariz eksik tatsız tuzsuz. 

Hoca bunları görüyor bir müdahalesi olacaktır bekleyip göreceğiz. TT Arena da bizim için karabüğe falan filan tezahüratı ile beynimizi yedik. Tribünde de artık bir farklılık olmalı yeni bir şeyler çıkmalı. Ne yazık ki saldır Galatasaray da yetmiyor. 

Haftalardır hak etmediğimiz liderlik vasıflarımızı sanırım bu hafta kaybediyoruz. Neyse ki  umut her zaman var. Başarı mutlaka gelecektir ama geçen yıl kaldığımız yerden daha ileri gitmek biraz zor.

Çok da heyecanlanmadım gole  sadece yumruk kaldırıp sevindim, 2 kere maçı bırakıp çay aldım, bir kere de çişe gittim. Zorla maça getirilmiş gibiydim. Eski heyecanlı halime geri dönmek isterdim. Bugün olmadı. Hasta halimle de kalktım gittim.

Bir de itirafta bulunmak isterim. Maç çıkışı yolumu bulamadım, mecaz anlamda değil ciddi manada Arena'yı tavaf ettim. Storenin önünden ikinci geçişimde anladım. Arkadaş buluşacağımız yerde ağaç olmuştu ''heladaydım kusura bakma'' dedim. Neyse ki blog okuyan biri değil. 


14 Kasım 2012 Çarşamba

Mavi Demlik


Sonbahar malum, yaklaşan kışın ilk soğuk algınlıkları ile kendini gösterir.Yapraklar dökülsün de izleyelim derken bizi dökmeye başlar. Bu ateşli öksürüklü günler içinde de sık tüketilen kötü gün dostu ıhlamur meselesi aklıma düştü. Fakat ıhlamurun yararlarından bahsetmek değil niyetim anlamam da zaten. 

Ihlamur dalında başka, bardakta başka güzel kokan çok  yakınlarda içmeye başladığım çay. Eskiden pişmiş haliyle burnuma gelen kokusundan rahatsız olacak kadar da karşıydım kendisine. Bu kin ve nefretin neden kaynaklandığını pek düşünmeden ''ıhlamur içer misin ?'' sorularına kola olsa da içsek bakışı atardım.

Pek hasta olmadığımdandır herhalde koku takıntılarımla beraber yıllarca uzak kalmışız. O da bütün ilaçlar gibi hemen etkili olamıyor fakat hastalık sürecinde sıcak bir dost oluveriyor bünyeye. 

Bu akşam eve gelince sorduğum sual  annemi  şok edecekti, düşünmeden sordum ''Ihlamur var mı yeaa ?'' Annem de bir Çaykur Turist Çayı hayranı olduğundan, pek hatırlamaz belki de ben sevmiyorum diye yıllardır kaynatmıyor olabilir, tabi gündüz kaynatıyor ise bilemem.Aslında benim bu sorum karşısında şaşırdığını hiç belli etmedi. Kısa sürede Ihlamur masaya ve odaya geldi. Teşekkürler Valide...

Yalnız, benim de atladığım ve yıllarca bu bitkiden uzak durmama sebep, aslında kimsenin aklına bile gelmeyecek bir nesneden ibaret. Ben altı yaşına gelene kadar oturduğumuz ve muhtemelen o evden taşındıktan sonra bir daha da görmediğim çirkin mavi demlik. Sağı solu isli, biraz da mat, belki sapı defalarca yüksek ısıdan deforme olmuş mavi demlik. İçinde sadece ıhlamur kaynatılır ve ikramlar da bizzat gözümün önünde yapılınca taktım o demliğe ben. 

Mavi demlik o evden aklımda kalan ilginç eşyalardan biriydi. Onun yüzünden yıllarca ıhlamura karşı durdum ben. Şekilciyim galiba biraz da. Hala eskiden kalma bazı emaye tabak çanak evde olur. Onlardan yemek yiyen beş yaşında çocuk şimdi annemin torunu İpek. O da bu eşyaların içeriklerine takan bir tip herhalde, aynı benim gibi yememek ve içmemek için acayip bir direniş gösteriyor. Çok sinir oluyorum  bu iştahsız kıza bazen, ama aynı ben. 

Yani mavi demlik yerine metalik alüminyum çaydanlık bile olurdu, porselen istemedim hiç, zaten o dönemde olamazdı. Gerçek bir nefretin hikayesiydi  mavi bu demlik. Beni dünyanın en tatlı şeylerinden olan ıhlamurdan  uzak tuttu. Sunum çok önemli kardeşler, dostlar, abiler, ablalar ,bence demlik deyip geçmeyin, onun  rengi  bile çok önemli. 



14 Ekim 2012 Pazar

Dinleyici

Konuşmalar, bir yerlere bağlamalar. 
Bir noktaya takılan bakışlar. 
Benim de diyeceklerim vardı. 
Göz hakkım kadar söz hakkım da olsaydı.

Almadı da benden bir şey, anlayamadı da hiç beni. 
Oturdum dinledim saatler geçti. 
Sıra bana gelir dedim de, gelmedi. 
''Bir başka yalanda anlatırım dedim'' ne diyeyim. 

Sırası değil safhasında da olabilir. 
''Ne oldu biliyor musun ? '' diye başlayan cümlesi bitmeyecek. 
Ardından, kelimelerini dizmesi hiç zor olmayacak. 
Uykusu da gelmiyor, kelimeleri yağmalayacak. 

Bir sigara yakarım, 
Durup, düşünürüm, 
o anlatırken ben sürünürüm. 
Benim de diyeceklerim vardı oysa...


Kimi neresinden vursa canı yanmaz artık. 
Ya bir de ağlarsa...

Soğuk

Soğuk... ensemden sırtıma, arsız suratıma

Geldiği gibi gideceği de yok, üşütüyor da...

7 Ekim 2012 Pazar

Galatasaray 1 Eskişehirspor 1




Sezon başlangıçları zor olabiliyor. Bu sene beklenmeyen bir durum gibi geliyordu ama işin gerçeği bu sene sadece lig yok. Zaman zaman moral bozacak Avrupa maçları da mevcut. Bunun üstüne kapalı defans Anadolu takımına da puan verirsen dert bulursun. Açıkçası aklı selim bütün takipçiler bu kayıpları normal buluyordur. 

Mevcut kadroda Baros meselesini gündeme getirenler de var ama, sorun golcülerde de değil. Belli ki topu onlara götüremiyor takım. Geçen yıl katkı sağlayan adamların arasında formsuz olanlar da Melo - Selçuk, bekleneni henüz ortaya koyamayan Hamit - Amrabat, ve hiç olmayan da var Engin Baytar. Diğerleri bu durumu aşabilir zamanla, fakat Engin şimdi kenarda oturup ağlıyordur diye düşünüyorum. Yani ben olsam ağlardım. Ne kadar saçma sapan bir sebepten dolayı belki de hayatının ev verimli sezonunu yaşayabilme ihtimaline tecavüz etti. Takım son iki maçta kapalı defansa karşı çözüm üretemedi. Evet kaçan fırsatlar var ama ezberlenmiş pozisyonların farkında bu rakipler. Yani terslik yapacak bir adam eksiltici iyi iş yapardı. Engin geçen yıl ezber bozan işler yaparak girdi ceza sahasına. Takımın dar alanda böyle bir hareketliliğe ihtiyacı var. Ama Engin efendi yok. 

Bir detay da Muslera için son maçlarda bütün pozisyonlarda ilk müdahaleyi yapan hatta devamında da etkili olan bu adam gol yedi diye kimse kızamaz. Rakip ve toptan sonra gollerde sadece o var. Maalesef bu durum onun istatistiklerini ve takımın sıralamadaki görüntüsünü etkiliyor. Savunma hattı başlarda konuşulduğu gibi kademelerde sıkıntı yaşıyor. Dönen topları toplamaya başlasalar iyi olacak. 

Ayrıca Braga hafta içi skoru koruma üzerine önemli bir futbol dersi vermiştir diye düşünmüştüm ki hiçbir şey alamamışız kendilerinden.

Son olarak; Ersun hoca defans hastası Terim hücum sever. Böyle bir ortamdan da beraberliğe pek şaşılmaz.



17 Eylül 2012 Pazartesi

Kadro derinliği

İdeal on bir, ideal beşli, muhteşem ikili, pis yedili veya kare as sonsuza kadar gruplanabilir, sıralanabilir saf düzeninde ayaklanabilir, ya da ayaklara kapanabilir hallerdir. Yalnızlıktan korktuğunuz her an yanımızda birileri olsun. - he oldu !  İhtiyaç duyulduğunda demeyerek bir menfaat gütmeden belirtelim, insan insana lazımdır. 

Yalnızlık düşmanı olduğum zamanlar çoğunluktadır bu dediğimin sadece gönül işleri ile de sınırlı kalmamasına kafa yorarım lakin, elde olmayan nedenler, hesaba katmaya korktuğumuz olasılıklar adamı tedirgin etmektedir. Bu sıralar olduğu gibi bu korkular bazen de gerçekleşmektedir. 

Çocukluk yıllarımda futbol takımında olmasını istediğim elemanların (mahallenin piçleri)  mevcut bulunduğu maçları daima kazanırdık. Kadro yanlış olduğunda ya yenilirdik ya da  kavgalara varan dağınıklıklar söz konusu olurdu. O nedenle kadro önemliydi, hatta mahalle maçlarında bile kadro derinliği olmalıydı. Topa sahip olma oranına sahip olan taraf, topla oynayan değil, meşin yuvarlak için paraya kıyan babaya sahip olandı. 

Zaman biraz daha ilerlediğinde farklı ortamlar karşı cinsli etkinliklere gebe olmaktaydı. Sadece bende değil bu her er kişinin aklından geçen '' şu eleman olmasa, güzel ortam olurdu be !  '' tadını ağızda bırakmaz, dillenir, kişi üzerine gidilir, eleman artık ortamdan dışlanmakla kalmaz bir daha da geri gelemezdi. Başarısız olunan durumlarda da kişi ortamın, ortalığın içine ederdi. Bütün çaba o kişi ben olmayayım üzerine kurulmuş da olabilir. Galiba böyle durumlarda en zayıf halka aranıyor ve bulunuyordu. Aslında yuvarlaklık adam kayıran tarafa yakışır diyerek çuvaldızın üstüne oturabiliriz. 

Konumuz ideal kadrolar, ve rüya takımlardı yine dağıldık,  Ekibe çoğu zaman hükmeden lider vasıflı kişilikler futboldan örnek verirsek demiyorum, niye vereyim ki gerçek hayattan örnek verelim. Kadrolar iki türlüdür kısa vadeli kadrolar ve uzun vadeli kadrolar. Kısa vadeli kadrolara örnek; iş arkadaşları, okul arkadaşları,'' guti naber lan '' şeklinde seslendiğimiz kişiler, adamlar, adam gibi adamlar. Kısa vadeliden kasıt beraber olma ihtimalleri azaldığında ortadan kaybolurlar, ne uzarlar, ne kısalırlar lakin, unutulmazlar. 

Uzun vadeli kadrolara örnek ise bu ortamların her birinde olmakla beraber yıllara, yollara, zamanlara meydan okuyanlardır. Yani vefanın İstanbul'da bir semt olmadığını size hatırlatanlardır. ''Gel bi sigara içelim. Otur bi konuşalım. Gel şu işi bağlayalım, çözelim ya da dostluğumuza gemici düğümü atalım dediklerinizdir. Paradan uzak işlerdir. Aile gibi, kardeş gibidir bir nevi. Unutulmaz oldukları gibi hatırı sayılır, selamı alınır adamlardır. Bu nedenle insanın hayatında aslı yerleri ve devamlılıkları vardır.

İşte öyle bir kadro... artık yokmuş diyorlar, dediler, kim dedi bilmiyorum ya... 

Kadro dağıldı işte

Biz de feda diyoruz.

Her şey için teşekkürler dostum...

9 Eylül 2012 Pazar

Tatil Yazısı

Aşağı yukarı 12 senedir kendi başıma tatil yapıyorum. Yani iş hayatına atılmanın devamında gelen kendi kazandıklarımla tatil yapmaya başladığımı kastediyorum, yoksa tek başıma alıp kendimi gitmişliğim yoktur. Genelde kuzengiller ağırlıklı ve sevdiğim birkaç arkadaşla çıkıyoruz yola, bu sene de benzer bir etkinlik gerçekleştirdik. 

İlk zamanlarda hareketli gece hayatına aldanıp güney kısımlara inmeyi alışkanlık haline getirsek de son zamanlarda çocukluğumuzun gazoz ve çekirdek kokan seyahatlerine dönüş yaptık. Kınalı'dan Tekirdağ'a, Malkara'dan Keşan'a, Koru Dağından inip Gelibolu'ya, arabalı vapura, ilk kez kendi şoför koltuğumda  olarak naaaber dedik. Nihayet Lapseki geçişi tamamlanınca da denizden uzaklaşıp Biga'nın mahallelerine daldık. Organik gıdalar olduğunu tahmin ettiğimiz sofralarda güzel yemekler eşiliğinde özlenen sohbetleri gerçekleştirdik. Akabinde aracımızın arka camına atılan bir tas su serinliği ile denize doğru sürdük. 


Çanakkale'nin Ayvacık ilçesine bağlı Behramkale Köyünden denize doğru inerken bu muhteşem manzaraya gözler takıldı, araba kenara çekildi, zira yol biraz dar ve tehlikeliydi. Yukarıda gördüğünüz muhteşem mavinin komşusu bu uçurumlu yoldan Assos'a inildi. Küçüktü, şirindi, hoştu bu mevsimde biraz da boştu. Neyse ki serinlemeden havası tam zamanında gelinmişti. 


Eko-paket tatilimizin başlangıcı da sakin bir pansiyona kaynak olmanın devamında çantaları odaya atıp maviye koşturma telaşını yaşattı. Ayağı suya değdirdi. Araba gürültüsünü, sokak cıvıltısını  binlerce beton  binayı çok çok gerilerde bıraktı. Kafayı hemen boşalttı, bir sigara yaktırdı maviye daldırdı, uzaklaştırdı, sorun diye gördüklerimizden. Zira bizim derdimiz dert miydi her gün Güneydoğu'dan gelen haberlere ve yurdun her yanında yaşaran anne baba gözlerine bakınca...



Şu şemsiyelerin altından aşağıda göreceğiniz yakamoza bakarken unutabildim bir süre kötülükleri, sıkıntıları saatlerce konuşurduk normalde kuzenle ama bu manzarada susmaktan şikayet edilmedi. Otel manzara olsun diye çekilen bir resimdi sadece biz mütevazi bir pansiyonun konuğu olduk bilgisini vermeden edemem.


Şöyle otur karşısında bekle saatlerce sıkılmadan, bak suya düşmüş aya, düşün bakalım nereden geldin nereye gideceksin. Yok yok öyle derinlere dalma... Hayallerin, özlemlerin, kaderciliğin dibine vur. Otur öylece dertlenmeden bekle... sayılı günlerin vardır elbet, bekleyenine kavuşacağın. 

Zaman yenilenme zamanıdır, ayı, güneşi, denizi, içindeki balıkları izlerken deşarj olma anıdır. Şehre özlemdir hatta sonlara doğru. Lakin güzeldir kafanın rahatlaması, tebdil-i mekanda ferahlık vardır demişler. Ülke gündemini hesap etmezsek yılın ikinci yarısında gerçekleşen muhteşem günler oldu, oluyor, inşallah daha da olur.

Teşekkürler Assos... dolunay, komşun Midilli, balıkların ve güzel havaların için teşekkürler...


...ve daisy denilen dost kişi sana da teşekkürler.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Being Flynn (2012)


Hikaye gerçek olunca etkisi de bambaşka oluyor. Dram seviyor olduğum gerçeğini de hesaba katarsak sıkılmadan izledim diyebilirim. De Niro bambaşka bir oyuncu. Filmlerinde sefaleti de, asaleti de anlatırken zerre saçmalık hissetmiyorum. Bu film, onu çok ilginç ve daha önce görmediğim kadar farklı göstermiş. Hikayenin gerçekliği bence oyuncularda da etkili oluyor.Sefil ve aciz bir baba görmediyseniz izleyin. Görseniz de izleyin ne diyeyim adamlar yapmış.




10 Ağustos 2012 Cuma

Yazdan sonra

Sonbahar...

Yıllarca beklediğim mevsimdi...

Zaten öyle bir zamanda beğenmiştim seni,

Solmuş yapraklar vardı yerde

kıskanmıştım bereni ve eldivenlerini


17 Temmuz 2012 Salı

Felipe Melo

Kiralık futbolcu bana her zaman ürkütücü gelmiştir. Sezon başında yüksek bedelle kiralanırken bu adamın katkısının ne seviyelere geleceğini kimler tahmin etti bilmiyorum. Başarılı olsa dert, olmasa başka dert. Neyse ki başarılı oldu ve o olmasaydı belki de şampiyonluk imkansızdı. 

Forma numarası da önemlidir benim için, mesela Elano 9 giymeyecekti derdim hep ama adamın yüzünü hatırlıyorum, hiçbir numarası olmayacaktı zaten onun. Melo'da bu endişeyi duydum, 10 numara bizde başka izler bırakmıştı hep Melo 10'a başka şeyler daha kattı. 

Mevkileri ve özellikleri bambaşka olsa da Pascal Nouma ya da Keita gibi seyirciyi sevdi ve kendisini sevdirdi. Öyle sevdirdi ki Riera meselesi beyinleri kemirmesine rağmen Melo'nun olmama ihtimali düşünülemedi. Kiralık olmasından korkuyordum işte bu yüzden. Bir sebepten geri gelmeyebilirdi Melo. Onun için sebep bulmak, onu getirememek ya da getirmemek pek zor değil gibi göründü. 

Geçtiğimiz yıl kazanılan şampiyonluk sürecinde as takımda Hakan Balta hariç tamamen değişen yeni adamların başarısı ve bu ekibin korunması gerekliliği önemli. Melo bu takımın 10 numarası değil, golcüsü değil, defansı değil. Geçen yıl Arda'nın durumu nasıl kafa karıştırdıysa ayrılırken şimdi onun yokluğunun da benzer bir tedirginlik uyandıracağı ortada. Bugün sokakta ya da tribünde Melo'yu istemeyen birine rastlamak çok zor. 

Henüz belirgin bir haber ya da vazgeçmişlik görünmüyor ya da ben duymadım. Melo'yu görmesek, izlemesek, bilmesek bir rakip takımın taraftarının bile ondan nasıl çekindiğini duymasak, buralarda bu kadar kelime kullanmazdık. 

Melo olmalı, Melo gelmeli.


Philadelphia (1993)


Kaçırdığım filmleri tozlu sunuculardan çekmeye devam ediyorum. Döneminin önemli filmlerinden biri burada gösterime girmiştir elbet ama hikayeye o zamanlar hazırlıklı mıydı toplum, bilinmez. Hem homoseksüellik hem de AIDS var işin içinde. Homoseksüel olunmaz homoseksüel doğulur derim ben şaka şaka konunun uzmanına bırakmakta fayda var.  Fakat AIDS meselesi kan donduran bir konu.


Filmlerin kastına ve hikayesine pek bakmadan izlemek hoşuma gidiyor ama Banderas'ı zor hatırladım diyebilirim. Hiç beklemezdim ondan böyle homoseksüel davranışlar. Tom Hanks olur gibi sanki. 




Dünyanın her yerinde hastalıklı ya da böyle sıra dışı özellikli insanlar dışlanıyorlar konusunun üstüne parmak atılmış. Özgürlükler ülkesinin haline bakın. Hasta diye ya da Homoseksüel diye yapılan muameleye hele bakın. Evet acı itiraf, ilk karşılaşma da her ikisi de tedirgin edebilir. Bunu avukat da (Denzel Washington) yaşadı. Gayet normal tepkiler doğrusu değil gerçeği gösterilmiş. 

Hanks ne kadar zayıflamış bu film için, böyle bir role atılmak ve gerçekmiş gibi anlatmak göstermek saygıyı gerektirir. Ayrıca gösterime girdiği zamanlarda izleseydim ne anlardım çok merak ediyorum. Can sıkıcı konusuna rağmen soluksuz bir seyir söz konusu.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

The Tree of Life (2011)


Film, ne anlattı abi ? sorusuna sevk ediyor, yönlendiriyor, koşturuyor, ama coşturmuyor da neticede dram. Güzel görüntüler hakim, Sean Penn var filmde ama ben de olsam gidermişim aslında. Babalar bazı yönetmenlere fena yara açmış ya da çok tatlı babaları varmış da kötüyü özlemiş gibiler. Yok yok film güzel ama tadında bırakmalı.



Yalnız şu adamlara imrenmemek mümkün değil. Sene 1950 evde piyano var ve evin reisi hayvan gibi çalıyor arkadaş. Çocuk gitar çalıyor. Tamam salak saçma oyunlar da oynadılar ama böyle de imkanları varmış. Biz 5lik pet şişede darbuka çaldık yazıklar olsun. 

Ne bir sözü kaldı aklımda ne de bir sahnesi inanılmaz. Görüntüler var, rüya gibi içinde gezersin, bir yerlere gidersin. Bu arada Brad Pitt i çirkinleştirme çabası ile beraber kadın oyuncunun tam bir anne görüntüsüne haiz      oluşu iyi olmuş. Şimdi bir Nurgül Yeşilçay aramamak lazım.

Road to Perdition (2002)

Afişler aynı yolu gösteriyor ve iki film arasında ortak noktalar da var, zamanlar ve konular farklı olabilir ancak amaç bir  görünüyor, hayatta kalmak... 

İki filmde de olmayacak işler dönüyor ama film işte, bizim işimiz keyif almak bu yapıtlar o tadı hissettiriyor. 

12 yaşında bir çocuk sadece  merak ediyor babasını, mesleğini ya da o silahla neler yaptığını ve takip ediyor. Gördükleri bütün ailenin başını derde sokuyor. 
Altı haftada büyük bir hayat yaşıyor Mike. Çocukların büyüme hızı ölümle tanışmaları ile gelişiyor. Önce annesini ve kardeşini kaybediyor. Evini terk ediyor ve kendisi gibi olmamasını isteyen babasıyla banka  soyuyor. Sadece adam öldürmüyor Mike. Son sahnede böyle bir durumla baş başa kalsa da, onu yine babası kurtarıyor silah kullanmasına izin vermeden. 






''Erkek çocukları dünyaya, babalarına problem çıkarmak için gelir'' diyor John Rooney  ( Paul Newman )

Bazen de babalar erkek çocuklarının başlarına belalar açıyor ki; bu daha çok rastlanılan bir durum gibi geliyor.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

The Shawshank Redemption (1994)



Esaretin Bedeli isimli muazzam film. Uzun ve güzel film. 1994 yılında ben bu filmi izlemedim. Adını duydum yine izlemedim. Sonraki 18 yılda da her nedense bir türlü merak etmediğim film. Çekildiğinde dünyada olmayan adamın dahi soluksuz izlediği film. Bugüne kadar izlemediğime defalarca kez pişman olacağım film. En azından bugün izlemiş olduğuma sevindiğim film. Ben bu filmi izlemediğim için ne muhabbetlere fransız kalmışımdır dediğim anlar ve uzatmaları oynanıyor. Utanmadan bir de buraya mı yazıyorsun diyen okurlar. Film belki yanımda defalarca konuşuldu, anlatıldı, belki bana defalarca tavsiye edildi. Filmden bahseden bir hatun olsaydı kesin merak edip alır izlerdim. Aslında hatun dediğim de benim yazıyor olduğum hatun olmalı, tabi o dönemlerden bahsediyorum. 

* Hangi dönemlerden ulan 18 yıl olmuş çekileli. 
- O dönemler abi uzatma işte.
* Forrest Gump da o zamanların filmi allah bilir sen onu da izlemedin.
- Bu sene izledim işte.
*Oğlum bak git!!!

Yıllar sonra vakit bulup, tamam tamam kabul ediyorum gerçekçi olayım. 
Yıllardır pek sallamadığım sinema kültürü, yok bu da çok ağır oldu. 
Film izleme sempatisine sahip olma çabalarım bu sene meyvelerini veriyor. Heh bu giriş güzel oldu. 

Geçen yılların bu alanda bana neler kaybettirdiğini şimdi neleri kazandırıyor olduğunu görüyorum. Hayatın bir kısmını ıskalamak gibi bir durum bu. Bu kış, daha önce odama yaptığım masrafların karşılığını fazlasıyla aldığımı düşünmekteyim. Film ile ilgili üç beş birşey söylemek isterdim ama, yine uzun zamandır arkadaş arasında namını duyup da merak edip bakmadığım kişinin , oyuncunun, aslan parçasının filmin sonunda kasta bakarken '' aha oymuş ulan yuh ne öküzüm diyerek'' tam olarak tanıdığım Tim Robbins meselesi ile hevesim kaçıyor. Yazamıyorum 18 yılda kimbilir neler yazıldı. Okuyamıyorum. geçenlerde Forrest Gump izledikten sonra da utancımdan yazısı başlık halinde kalmıştı. Zaten o filmin de bu filmin de üstüne yazılmazdı. Konuşulurdu,sonra benim gibiler de bir sigara daha yakayım bildiğim yerden girerim konuya diye bekleyenlere meze olurdu. Film kötü oalylarla başladı, güzel işlerle devam etti, hiç sıkmadı, hiç yormadı. Ama bozdu fena bozdu bir ara hapishanede olmak değil ama o çıkış anını yaşayan olmak istedim. İçerisi biraz macealı rahat bünyeye zarar verir.

25 Şubat 2012 Cumartesi

.


başım dik yürürken korkarım yaraladığım bir can için,  o yüzden eğilir başım
dik duramam insan için...

23 Ocak 2012 Pazartesi

üç günlük dünya


düşünürken seni unutuyor, 

unuturken seni... 

düşünmeden edemiyorum ikimizi. 

şimdi bana ne olacak... 

yarın sana ne olacak...

asıl dün neydik ki seninle ? 

şimdi ben neyim.

yarın sen kimsin ?

dün bize ne oldu ki ?

neyse...

alt tarafı üç günlük dünya...

13 Ocak 2012 Cuma

Birgün herkes yalnız kalacak

Her zaman saygılıyım. Bazen çok gürültülü olan ayrılıklar itici gelebilir. Bittiyse biter ilişki, durum kendini belli eder. Hareketler tutuk, bakışlar kopuk, konuşmalar kaçışlarla doludur. Negatif değerli sezgiler insanın zihninde bir çukur açar. İlerleyen evrelerde de yavaşça itersin, severek dövdüğün kişiyi kazdığın çukura. Uzatma ve erteleme çabaları yalnızca üzerine dökülecek  toprağın zamanlamasını belirleyecektir. Bir şey öldüğü için de toprakla buluşması gerekmektedir.

Bir aşkın kronolojisinde yer alan en coşkulu evre herhalde başlangıçtır. Zira zaman geçtikçe dozajı artan muhteşem bir ilişki yaşayana rastlamadım. Aslında ''olması da gerekmiyor'' derseler diyecek lafım olmaz. Kuruluş döneminde gözlerde perdeler olduğundan bahsedilir. Çoğu zaman bu, ''şu an sana tahammül ediyorum'' hissiyatının eyleme dönüşmüş hali gibidir. Sebebi ise ''mutlaka bazı terslikler olacaktır ve bunlar sonra büyüyecektir'' fikrine inanıyor olmamdır. Zamanla sıradanlığı artacak duraklama döneminde konuşulması muhtemel durumlardır. İlk başlardaki zafer kazanmış komutan, durumu gözlemleyerek ileride oluşabilecek sıkıntılara önlem almaz ise bu eylem kaçınılmaz ayrılığın ilk belirtileri olabilir. İnsanlar birleşirler ya da insanlar ayrılırlar. Aslında ikisi de gayet doğal hadiseler. Sıkça rastlanan, bolca yaşadığımız, bazılarının seyrek tanık olduğu durumlardandır. Her bitişin ardından, ''işte bu'' denilebilecek birini aramak farz olur. Genelde de ideal tipe yakın bile olmayan farklı bir seçimle yeni bir yola girilir. Biraz salak zamanlardır onlar çok da üstünde durmadım dikkat ederseniz.

Aman da benim güzel aşkım derken okşadığın yanaklara atılır tokatlar. -Nasıl sert girdim bu paragrafa ? Tabi bu tokat meselesini tasvip etmiyorum. Daha çok sivri diller sokuyor çomağını kalplere. Ne acıdır ki gurur denen köpeğe yenilir delikanlı kalpler. Kamyon yazısı gibi oldu be ! Eninde sonunda zaten bitecek dediğin o aşkın aslında bitiş düdüğü  giderek yaklaşıyordur.  İlla ki konuyu futbola bağlamam lazım :) Bu derin mücadelenin iki tarafı var ama  bir hakemi de yoktur ibnelik yapacak. Bir eski açık dolusu bahane, bir yeni açık dolusu kuruntu eşliğinde, bir kapalı tribün gibi bağıra bağıra üşüşüyor beynine, sonunda dünyanın en iyi, en zengin ve en maneviyatlı insanı olarak oturuyorsun göt üstü numaralıya.

Süre doldu ve mücadele sona erdi. Centilmenlik gereği aitlik duyguları el değiştirir. Artık herkesin tuttuğu kendinedir.


Kaybetsen de kazansan da, birgün herkes yalnız kalacaktr...

Not: haftanın son günü böyle derin bir konuya niye girdim ben de bilmiyorum, idare edin. supradyn.

7 Ocak 2012 Cumartesi

Limitless - 2011




Bradley Cooper ve Robert de Niro gibi görünen aslında Bradley Cooper ile başlayıp onunla devam eden ve sona eren bir film. Beklenti Robert de Niro olmasın, pek süresi yok diye söyledim. Dış mekanlarda keyifli çekimler var. Karalıkta bu kadar güzel renkleri daha önce görmemiştim. 

Bir ilacın insanı uçurduğu fikri tamamen gerçek de olsa ya da böyle bir şey olmasa da bana sadece bu durum filmde olmuş etkisi oluşturur. Bu nedenle saçma demiyorum filmde güzel oluyor. Film sanki Polis memurlarından arındırılmış gibi. Birçok kavga gürültünün eşliğinde ortalarda yoklar. 

Öyle veya böyle film sizi sıkmıyor. Tahmin edilen bir şekilde çözümlenen konusu fazla da kafa kurcalamadan son buluyor. Görsel açıdan sizi mutsuz etmez, ama büyük beklentilerinizi de bir kenara bırakın.

6 Ocak 2012 Cuma

Stone - 2010





Bu filmi sinemada izleseydim sadece filmi sinemada seyretmiş olacaktım, daha doğrusu afişe bakıp bu filmi izlemeye iyi ki gitmemişim. Çıktığımda  beklentileri havada kalmış bir şekilde ayrılacaktım oradan. Ne Edward Norton ne de Robert de Niro'nun bu kadar eksik ya da sıradan bir senaryoda yer alacaklarını düşünmezdim. 

Ne olursa olsun ısrarla filmleri internetteki puanlara ve yorumlara aldırmadan izlemeye devam edeceğim. Eğer Robert de Niro olsun çamurdan olsun diyorsanız oturun izleyin. Sonra yönetmene ve senariste basın kalayı. En azından bu filmi evde seyretmiş olmanın verdiği rahatlığı yaşayın. Sinemada izleyerek daha uzun bir zaman kaybedilebilirdi.  


Zaman kaybıdır.